muzisyenleragorasi - SEVİLEN TÜRKÜ HİKAYELERİ

BÜYÜK ÖNDERİMİZ ATATÜRK
TÜRK MÜZİĞİ SÖZLÜĞÜ
Ziyaretşi defteri
İletişim
TÜRK MÜZİK PORTALI
MÜZİĞİN TARİHÇESİ
SEVİLEN TÜRKÜ HİKAYELERİ
MÜZİK VE NOTA BİLGİLERİ
Sevilen Şarkı Akorları
BAĞLAMA DÜZENLERİı
BAĞLAMADA TAVIR
bağlama üstadları videoları
NEŞET ERTEŞ BELGESELİ
VURMALI ÇALGILAR
klassik müzik nedir?
şehrazat senfonisi ile klarnet batı müziği eserleri..
rönasans dönemi müzik tarihi
rock tarihi
HAKTAN
KLAVYE AMZA
ÜNLÜLER NERELİ???
CHAT SOHBET
HABERLER
chat
GÜNLÜK BURÇLAR
KİLON NASIL?
MÜZİK KATAGORİLERİ
TÜM MAKAMLAR
ARMONİZ VE RİTM
Yeni sayfanın başlığı
elfida parcası
amatör grup calısmaları
ORHAN BABA
ismet topcı ve ıbo baglamacı
harika slaytlar
husnu yenıler
en yenı HAKKTANNNN



 

Bodrum Hakimi (I)

Yıl 1965, Düziçi İlköğretmen Okulundan yeni mezun olmuş çiçeği burnunda bir öğretmendim. İlk atamam Kastamonu'nun Azdavay ilçesinin Çengel köyüne çıktı. 27 Temmuz'da 1965 tarihinde göreve başladım.

Çengel Adana'ya oldukça uzaktı. İklimi ayrı, gelenekleri ayrı. Biri Akdeniz, öbürü Karadeniz. Yaşayış da çok farklı. Yollar sarp köy hayli uzaktı. İşte Bodrum Hâkimi'yle de Çengel köyünde ilkokul öğretmenliği yaptığım sırada tanıştım.

Çengel; Batı Karadeniz Dağları üzerinde bir orman içi köyü. Sahilden Cide'ye ( Karadenize) uzaklığı 70–80 kilometre. Bu kadar yakın olmasına rağmen İstanbul'a gitmeyenler denizi hâlâ görmemiş.

Okulun bulunduğu Şatır Köyü iki dağın arasında. Diğer mezraların da merkezi. Onun için cami ve okul buraya yapılmış.

İstanbul; Anadolu'nun olduğu gibi Çengellilerin de ekmek kapısı olmuş. Her evden İstanbul'da bir çalışan vardı. Ekmek parası gurbetle özdeşleşmişti Çengel'de. Gurbet; ekmek ve su gibi. Onun için İstanbul'a müthiş bir göç vardı. Yeşilköy ve civarı Çengellilerin yoğun olarak bulundukları semtlerden biriydi.

Haftada pazar günleri İstanbul'dan Pınarbaşı'na (Eski adı Zarı Pazarı olan nahiye merkezi) bir otobüs gelir, yolcusu olan sevinçle nahiye merkezinin yolunu tutardı. O gün Pınarbaşı'nın pazarı olduğundan otobüsün gelişi de buna göre ayarlanmıştı. Nahiye merkezine ulaşım katır ve atla yapılıyordu. Köyle nahiye merkezinin yolu patika ve de oldukça zorlu bir yoldu. Pınarbaşı'na giden yol okulun dibinden geçerdi. Gidenlere sigara ısmarlar, postaneye uğramalarını tembihler, memleketten bir haber getirirler umuduyla pazarcıların dönüşlerini hacıyolu gibi beklerdim.

Çengel halkı müthiş rakı içerdi. Ben de rakı içmeye burada başlamıştım. Kastamonu ve Azdavay'ın o yıllarda rakı tüketiminde Türkiye 'de ilk sıraya girdiği söyleniyordu.

Köye okul yeni yapılmış, kumu, çakılı ve sair malzemesi de hayvan sırtında taşınmıştı. Ben okulun ilk öğretmeniydim. 5 parçadan oluşan Çengel'in en büyük parçası Gere idi. Gere, Zaim Köyü, Verve ve Çengel mezralarındaki öğrenciler Şatır Köyüne geliyorlardı. Okula en yakın mezra Çengel ve Zaim Köyü idi.

Çengel; ilçe merkezine pek uzak değildi, ama ulaşım oldukça zordu. İlçenin yolu Pınarbaşı'ndan geçi yordu. İlçeye gitmek için nahiye merkezine (Pınarbaşı) atla veya yaya, sonra da Faiklerin minibüsüyle Azdavay’a ulaşmak gerekirdi. Minibüsü kaçırdığınız zaman kazaya gidememe gaygısı dolardı içinize. Ya ikinci kez minibüsün dolmasını bekleyeceksin, ya özel tutacaksın, ya da bir sonraki günü bekleyeceksin. Bu sıkıntılar yaşandıkça gurbet

denilen mefhum çekilmez olurdu Pınarbaşı'nda. Gırtlağında gözyaşları düğüm düğüm. Ağlayamazsın. Yarını veya bir sonraki arabayı beklemekten başka çare yoktur artık. Onun için her araba sesi yeniden bir umut ışığı olurdu.

Azdavay'la Pınarbaşı 25–30 Çengel-Pınarbaşı yaklaşık 10–15, Azdavay'ın Kastamonu'ya uzaklığı da 70 kilometreydi. O yıllarda ilçenin nüfusu ise 2–3 bin civarındaydı. Hiçbir sosyal aktivitesi yoktu. Bir sinema vardı. O da haftanın belirli günlerinde çalışıyordu. O sinemada filim seyretmek nasip olmadı. Fakat bir Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında bağlama çaldım. Büyük sükse toplamıştı. Ondan sonra adım sazcı öğretmene çıktı. Azdavay ilçe merkezine bağlı öğretmenlerin hepsi tanımıştı. Adanalı Sazcı Öğretmen dendiğinde herkes bilirdi.

Çengel'de zamandan gayrı bol bir şey yoktu. Bakkal ve kahvehane memlekette kalmıştı. Temel ihtiyaç maddelerini nahiye, doktor ve sağlık hizmetlerini ise ilçe merkezinden temin etmek gerekirdi. İhtiyaçları zamanında gidermezseniz haliniz perişan olur, umutlar pazara kalırdı. Çengel 'de park, bayram yeri, çarşı pazar yoktu. Yok, yoka karışmış "Tuz yok sabun yoktu". Ama havası ve suyu güzel, doğayı tarif etmek imkânsızdı. Görevin dışında nasıl vakit geçireceğimin hesabını yapar, köy eşrafından Niyazi Efendi (Niyazi Şen) ile nereye gidersek günü daha iyi değerlendiririz diye düşünür dururdum. Zaman akmayan bir sel, bense onun deryasında boğulan bir Halil Atılgandım.

O yıllar iletişim araçlarının az, 45’lik plâkların yaygın olduğu dönemlerdi. Televizyon ise hiç yoktu. Uzun dalga Ankara Radyosu ile Mamak Muhabere, Meteoroloji ve Polis Radyoları da kısa dalgadan yayın yapan istasyonlardı. Bunları dinlemekte oldukça güçtü. Sonra her radyoda bu istasyonları çekmezdi. Adana, Erzurum, İstanbul Radyoları ise ancak hitap ettiği bölgelerden dinlenilebiliyordu. Tek yoldaşım dayımın öğretmen okulunda 35 liraya aldığı bağlama ile demirbaş dostum pikaplı radyoydu. Niyazi Efendi ile bir yere gitmemişsek ya radyo dinler, ya da evde bağlama çalardım. Bağlama çalmak Düziçi İlk Öğretmen Okulunun bir armağanıydı. Bu armağan zaman içinde çocuklarla ve köylüyle ilişkilerimi sıcak tutan en önemli bir araç olmuştu.

Şatır Köyü iki dağın arasında, okul ise hemen alt başta Pınarbaşı'na giden yolun üstündeydi. Gün batımından önce her taraf yemyeşil, gök masmavi olur. Güneş kaybolunca, yeşiller bir yağmur bulutu gibi çökerdi okulun üstüne. İt havlaması at kişnemesine karışır, hindiler biz de buradayız dercesine töm töm ederek koşar, garip ötüşleriyle akşamın sessizliğini bozarlardı. Okulla lojman arasındaki antene küçük bir kuş konar, tarifi mümkün olmayan hareketler yaparak gözden kaybolurdu. Bu ise hüzünlü bir Çengel akşamının ayak sesleriydi.

Okulun önünde üç büyük çam ağacı vardı. Hüzünlü akşamın gelişiyle onlara da bir sessizlik çökerdi. Akşam rüzgârıyla bozulan sessizlik bir uğultuya dönüşür, içimi burkar, sebepsiz bir korku sarardı her yanımı. Tarifsiz duygular içinde sancılı kadınlar gibi kıvranırdım. Yalnızlık kara bulut gibi çökerdi üstüme. Yalnızlığımı paylaşan tek dostum Niyazi Amca ve onun Çakır adındaki köpeği idi. Çakırla dost olmuştuk. İyi bakardım ona. Ekmek verir yemeğimi paylaşırdım. O beni ben onu çok sevmiştik. Çakır evinde konaklamaz

hep benimle yalnızlığımı paylaşırdı. Ayak sesimden geldiğimi bilir, Çakır dediğimde üstüme atlar, gece geç gelişlerime kızar gibi bir tavır takınırdı. Gözümün içine bakar, başını bir o tarafa bir bu tarafa çevirir. Nerde kaldın diye beni sorguya çekerdi sanki. Lojmanının küçük bir girişi vardı. Duldaydı. Oraya bir çul sermiştim. En soğuk günlerde dahi orda sabahlar, beni yalnız bırakmazdı. Çok sadıktı. Geceleri bazen ulurdu. Uluması içimi ürpertir çiğrirdim. Kalkıp sus artık dediğimde; ağlamaklı bir ses çıkartır, kuyruğunu tap tap vurur. Başını ön ayaklarının üstüne koyar, gözümün içine bakar, mahcup tavırlar içinde sanki benden özür dilerdi.

Yalnız gecelerim bitmek bilmezdi Çengel'de. Çam ağacından ve mezarlıktan gelen baykuş sesleri bazen Çakır'ın sesini bastırır beni ürkütürdü. Lâmbanın titrek ışığı pat pat ederek ürkütmelere ortak olur gazın bittiğini ritmik bir ölçüyle haber verir, üstelik camı da kirletirdi.

Önce de söylediğim gibi, Çengel'de zamanı değerlendirme araçlarım radyo, plâk bağlamaydı. Bağlamanın ayrı bir yeri ve değeri vardı. O benim için anaydı, babaydı. Gözyaşlarıma mendil, gurbet türkülerinin çilekeş dostuydu. Onda dile gelirdi "Gurbet yolu gariplerin yoludur" türküsü. Bildiğim, öğrendiğim türküleri öğrencilere ve köylüye çalar söylerdim. Köylüler çok sevmiş, bağrına basmıştı beni. Bir dediğimi iki etmezlerdi. Kısa dalgadan dinlediğim plâkları İstanbul'da çalışan Çengel köylüleri vasıtasıyla temin ederdim. Onun için hayli plâk repertuvarım olmuştu.

Bir gün kısa dalgadan yayın yapan Sofya Radyosu'ndan Bodrum Hâkimini dinledim. Sözler beni çok etkilemişti. Hemen getirteceğim plâklar arasına not ettim.

Plâkları bize İstanbul'dan Papaz'ın Oğlu Mustafa (Eski Muhtar İbrahim Kuru'nun oğlu) temin ederdi. Birinde hayli kalabalık bir liste göndermiştim. Onu dahi zorsunmadan temin edip yolladı. Gelen on beş yirmi plak’ın içinde ilk döndürdüğüm Bodrum Hâkimi oldu. Plâk klasik sazlarla çalınıyor, Nazmi Yükselen tarafından da okunuyordu. Ön plândaki klârnet sesi sözlerle bütünleşerek yürek dağlıyordu. Plâk dönüyor bense sözleri türkü defterime kaydediyordum.

"Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hâkimi
Nasıl attın Mefharet Hanım ipe de kendini
Altın makas gümüş bıçak ile doğradılar tenini

Hâkim hanımın memleketi Kütahya Tavşan
Hâkim hanım sen eyledin bizleri perişan
Nasıl attın Mefharet Hanım ipe de kendini
Çifte doktorlar doğradı o beyaz tenini "


Sözler açık seçik bir hadiseyi anlatıyordu. O zamanlar Bodrum bu kadar popüler değildi. Veya popülerdi de ben bilmiyordum. Bodrum'u ve Tavşanlı'yı bu plâkla duyuyor Mefharet Hanım'ın Bodrum Hâkimi, memleketinin de Kütahya'nın Tavşanlı ilçesi olduğunu

anlıyordum. Parçayı dinleyen herkes de aynı şeyleri tespit edebilirdi.

Bodrum Hâkim; bekâr odamın dip köşesine yerleşmiş masadaki pikaptaydı. Şanslıydı. Hiçbir pikapta dönmemişti bu kadar. Döne döne müzik kulağıma yerleşmiş, sözlerini ezberlemiş, bağlamaya da dökmüştüm. Dilimize tespih olan türkü artık repertuarımıza girmiş, Çengel gecelerinin de popüler türküsü olmuştu. Her içki masasında Niyazi Efendi ya plâğı çaldırtır, ya da bana söylettirirdi. İşte Bodrum Hâkimi'yle böyle tanışmıştım.

Yıllar bizi acısıyla tatlısıyla hamur gibi yoğurdu. Az gittik uz gittik. Kendimizi halk müziği ve folklor camiasının içinde bulduk. Bu camia beni bilimsel çalışmalara sürükledi. Yaptığımız araştırmaları, derlediğimiz türküleri yayımlama fırsatı verdi. Bu çalışmaları sürdürürken aklımda hep Kütahyalı Bodrum Hâkim vardı. Acaba bir gün; Çengel gecelerimi süsleyen, havasında katre katre gezinen, yalnız gecelerime fon müziği olan Bodrum Hâkimi'ni araştırabilecek miyim diye düşünürdüm...

Aradan 31 yıl geçtikten sonra böyle ezgileri çalmayan TRT, Bodrum Hâkimi'ni yeniden gündeme getirdi. 1965–66 yılında çok popüler olan Bodrum Hâkim 1997 yılında TRT kurumunun Radyo Sanatçıları Halk Müziği Programında İzmir Radyosu sanatçılarından Mustafa Özcan tarafından okundu. Beste olan Bodrum Hâkim anonimleşmiş olacak ki, TRT repertuar kurulundan geçerek yayın hakkını kazanmıştı. Ancak TRT den önce, Tolga Çandar, Yatağanlı Mahmet Topçu ve Muğlalı Memiş Günüç Bodrum Hâkimini kasetlere okumuş, Memiş Günüç kasetine Bodrum Hâkim adını bile vermişti. Böylece Çengel'deki yalnız gecelerimin baş plâğı yıllardan sonra yeniden gündeme geldi. Doğrusu gönlümdeki geçmiş günlerimin gösterime girmesi, beni, aşka inandığım, şiirler yazdığım, mektup gelmedi diye kahrımdan rakı içip sarhoş olduğum yalnız gecelerime götürdü. Yavuklumdan gelen aşk mektuplarını yastığımın altına koyup, her fırsatta tekrar tekrar okuduğum günlerimi hatırlattı.

Yine TRT deki bir başka programda bu sefer Bodrum Hâkim Nazmi Yükselen tarafından okunuyor, hem de derleyicisi ve kaynak kişisi olarak tanıtılıyordu. Bense türküyü Nazmi Yükselen'in bestesi olarak biliyor, bir televizyon veya radyo programı yaparak konuyla ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasını arzu ediyordum. Çok istememe rağmen arzum gerçekleşmedi. Ama Bodrum Hâkim içimde hep uhde olarak kalmış, onu araştırıp höççetini öğrenmek ise benim için bir amaç olmuştu.

Amacım 1990 yılında Kültür Bakanlığı'na geçtikten sonra gerçekleşti. Kültür Bakanlığı HAGEM Şube Müdürlerinden Sn. Ahmet Çakır'la birlikte 1996 ve 1998 yılında olmak üzere iki defa Bodrum'a gittik. Bu gidişler Ahmet Çakır'la birlikte hazırladığımız Bodrum Türküleri ve Oyunları kitabının hazırlanmasına vesile oldu. Türküleri ben, Sn. Çakır ise oyunları araştırdı.

Bodrum türkülerini araştırırken bende yıllardır esrarını koruyan Bodrum Hâkim perdesi de aralanmış oldu. Türkünün kaynağına ulaştık. Nasıl yakıldığını tespit ettik. Böylece içimdeki bilmece çözüldü. Sabırla koruk helva oldu. Gerçekleri öğrenmek ise beni çok mutlu etti. Bu mutluluğu gelecek sayıda sizlerle paylaşmak ve Bodrum Hâkim ile ilgili tespitlerimizi aktarmak dileğiyle... 







Bodrum Hakimi (II)



Bodrum; üç tarafı denizle çevrili, karadan Milas, Yatağan ve Ula ilçe sınırlarına komşu, tabii güzellikleriyle, deniziyle milletlerarası üne sahip turistik bir yöremizdir. Eski adı Halikarnas olan Bodrum'un il merkezine uzaklığı 90km Muğla'nın diğer ilçelerine göre zengin ve de farklı bir halk müziği yapısına sahiptir. Aydın, Denizli, Burdur illerinin, Acıpayam ve Fethiye ilçesinin halk müziği özelliklerinden etkilenmiştir. İlçe merkezi olarak zengin bir repertuara sahip olan Bodrum'un türkü karakterinde zeybek tavrının ve üslûbunun hâkim olduğu görülür. Araştırmalarımız esnasında kaynak kişilerin genelde bütün ezgilere ve bölge oyunlarına zeybek demesi de bu Hâkimiyetin bir ifadesidir. Ayrıca; Evlerinin Önü adlı ezgiye Dirmil Havası demeleri de komşularından oldukça etkilendiğinin bir kanıtıdır. Ancak; çevreden her ne kadar etkilenmiş olsa da, türküsüne Dirmil Havası dese de Burdur, Dirmil ve Fethiye’deki Teke Zotlamalarından hiç etkilenmediği bir gerçektir.

Şimdiye kadar Bodrum ve çevresinden 12 türküyü TRT, 37 türküyü de Kültür Bakanlığı Halk Kültürleri Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü ( HAGEM ) derlemiş. HAGEM tarafından derlenen türkülerin 18 tanesi Repertuar Kurulu tarafından bazı türkülerin benzeri, varyantı olduğu gerekçesiyle değerlendirilmemiş, değerlendirilenler ise 19 tane olup ses kayıtları adı geçen genel müdürlük arşivinde bulunmaktadır. İncelenen ezgilerin içinde sözsüz parçaların olmayışı da Bodrum Halk Müziğinin ayrı bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bodrum'a ilk gidişimizde, yörenin mahalli sanatçılarıyla görüşmüştük. Bunlardan ilki Mehmet Topçu diğeri Rasim Eriş'ti. Mehmet Topçu Yatağanlı, Rasim Eriş Bodrum’luydu. Önce Mehmet Topçu ile Yatağan'da, sonra da Bodrum'da Rasim Eriş'le görüştük. Rasim Eriş; yörenin halk müziği özelliklerini bilen ve de keman çalan iyi bir kaynak kişiydi. Bodrum Hâkim türküsünün Yeniköy'den (Karaova-Mumcular beldesi) lakabı Çelik olan Mustafa Bacaksız'a ait olduğunu ifade etmişti. Çelik'in cümbüş çaldığını, Hayıtlı'dan Çıktım ve Karaova Düğünü Gece Kurulur adlı türkülerin de ona ait olduğunu ısrarla söylemiş, Bodrum Hâkim türküsünün hikâyesini anlatmıştı. Bodrum türkülerini bilen emekli öğretmen Mehmet Uslu'da türkünün söz ve müziğinin Çelik'e ait olduğunu söyleyerek Rasim Eriş'i doğrulamıştı.

Bodrum'a ilk gidişimizde görev süremiz bittiğinden Bodrum Hâkimi türküsünün sahibine ulaşamadan Ankara'ya dönmüştük. Ama yörenin bütün türkülerini tespit etmiş olanların hikâyelerini derlemiş hazırladığımız Bodrum Türküleri ve Oyunları kitabında yayınlamak üzere beklemeye almıştık.

Derlediğimiz hikâyeler arasında biri vardı ki yürek yakıcıydı. Yürek yakıcılığı kadar da yanlış bilgilerle bezenmiş, kaynak kişisi ve hikâyesi hakkında ise değişik bilgiler veriliyordu. İşte bu türkü Bodrum Hâkim'i idi. Türkü; bütün yanlışlıklara rağmen zaman içinde hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş, popüler olmuş, çeşitli yayın organları vasıtasıyla çalınıp söylenmeye başlamıştı. Biz araştırma eksikliklerini tamamlamak ve Bodrum Hâkimiyle ilgili gerçekleri ortaya koymak amacıyla tekrar Bodrum'a gitmeye karar verdik.

Bu düşüncemiz 28.4.1998 tarihinde gerçekleşti. İkinci gidişimizde eksiklerimizi tamamlayıp Bodrum Hâkimi türküsüyle ilgili kapsamlı bir çalışma gerçekleştirdik. Yöredeki kaynak kişilerin çoğuna ulaştık. Doğruyu bulabilmek için kaynaklardan aldığımız bilgilerin müşterek olanlarını tespit ettik. Tespitlerimize göre: Üstüne türküler yakılan hâkime hanımın adı Mefharet Tüzün, Kütahya'nın Tavşanlı ilçesinden. 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'a tayin olmuş. Bodrum'a gelen ilk Bayan Hâkimlerden. 1954 yılında da intihar etmiş.

Anlatılanlara göre intihar sebebi birkaç tane. Kaynakların en çok aktardığı; nişanlısının ölümünden sonra kendisini öldürmesi. Bir başka sebep: Hâkim Hanım Bodrumlu bir gence idam cezası verir. Ceza alan kişinin abisi Hâkim Hanımı Çatal Adaları'na kaçırarak tecavüz eder. Tecavüzden sonra meseleyi hazmedemeyen Mefharet Hanım kendisini öldürür. (Bodrum Hâkim filminin konusu da buna yakın. Hatırlanacağı üzere filimde Hâkim Hanım sevdiği gence ölüm cezası verecektir. Sevdiği gence ölüm cezasını veremeyince Bodrum Hâkim ikinci yolu seçmiş, aşkına yenik düşmüş, kendisini öldürmüştür) . Diğer bir sebepte: Âşık olduğu Bodrum Savcısının kendisini terk etmesidir.

Bu konuyla ilgili de çeşitli söylentiler tespit ettik. Ama maalesef kesin bir sonuca ulaşamadık. Zira Hâkim Hanım Bodrumluların sevgisiyle efsaneleşmiş, anlatılan her hadise de artık bir rivayet olmuştu. Ama gerçek olan Hâkim Hanımın büyük aşkının hüsranla bitmesi ve Bodrumluların onu çok sevmesi, destanlaşan bu sevginin de Bodrum'da İz Bırakanlar takvimiyle gündeme gelip günümüze kadar ulaşmasıydı. Bulabildiğimiz tek yazılı kaynakta 1996 yılında yayınlanan bu takvimdi. Takvim: Bodrum Çökertme Gazetesi'nin sahibi Miyase Kalan tarafından yayınlanmış. Kasım ve aralık ayları da Mefharet Hanıma ayrılmış. Bodrum'da İz Bırakanlar takviminin Mefharet Hanıma ayrılan yapraktaki hüzünlü resminin altında ise:


Mefharet Tüzün
Tavşanlı 1906 – 1954 Bodrum

"Türkiye'nin ilk kadın hâkimlerinden olan Tüzün 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'da göreve başladı. Keşiflere at sırtında gidip gelen Hâkime Hanım cesurluğu ve girişimciliği ile kısa zamanda yöre halkının sevgisini kazanmıştı. 1954 yılında kaybettiği nişanlısının ardından Tüzün’ün de beklenmedik ölümü Bodrum'da büyük bir üzüntü yarattı. Bodrumlular Hâkime Hanıma olan sevgilerini adına türkü yakarak yaşatmaya çalıştı" satırları yer almaktaydı. Ama bu satırlar bize yetmiyordu. Biz; bir akşam Karaova (Mumcular) bölgesine gidip, Bodrum Hâkim'i türküsünün yakımcısı Mustafa Bacaksız'ı ( Çelik'i ) Yeniköy'de bulacak konuyla ilgili bilgiler alacaktık.

Amacımızı Rasim Eriş, Ahmet Çakır, Erol Köse ile birlikte 29. 4. 1998 tarihinde gerçekleştirdik. Akşam ezanı okunurken Yeniköy'e ulaştık. Çelik amca'nın evi tarif ettiklerine göre hemen yolun kenarındaydı. Biraz gittikten sonra arabamız durdu. Araba sesine yaşlıca biri kapıya çıktı. Merakı her halinden belliydi. "Dar akşam kim acaba bunlar" dercesine karşıladı bizleri. Ben bu Çelik amca olmalı diye düşündüm. Yanılmamışım. Hoşbeş ettikten sonra meramımızı anlattık. Çelik amca gönülsüz olsa da evine davet etti. Buna rağmen geriden geriden duruyor, bir şeyler söylemeyeceğini davranışlarıyla belli ediyor, Ankara'dan Kültür Bakanlığı'ndan geldiğimizi söylememize rağmen "Bu işleri bıraktım, ben de bir şey kalmadı. Daha dün bir bayan geldi. Yalvardı yakardı. Ona da söylemedim" diyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse umutlarımız kırılmış, onca yolu boşuna tepmiş, üstelik Rasim Eriş'i de işinden gücünden ettiğimizin suçluluğu üstümüze karakuş gibi çökmeye başlamıştı. Zira Çelik amca kararlıydı. Hal hatır ederken kahvelerimiz geldi. Yudumlarken Rasim Eriş Çelik amcayla koyu bir sohbet başlatmış yöre insanı olmanın verdiği avantajı kullanmaya çalışıyor, boş dönmemek için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Biz, türkünün nasıl yakıldığını, kaç türkü yaktığını öğrenmeye çalışıyor, onu konuşturmak için dil döküyorduk. Sonuçta kararlı tavrımız galip geldi. Çelik amca bizimle röportaj yapmaya karar verdi. Ahmet Çakır hemen sohbete başladı. Çelik amca kendini tanıttıktan sonra Bodrum Hâkimi türküsünü nasıl yaktığını anlatmaya başladı.

"1950’li yıllarda benim çok hızlı olduğum, cümbüş çalıp düğünlere gittiğim dönemlerdi. Bodrum'a bir Bayan Hâkim geldiğini duydum. O zamana kadar Bodrum'a bayan hâkim gelmemişti. Hâkim Hanım'ın halkla iç içe olması, at sırtında keşiflere gitmesi kısa zamanda dillere destan olmasını ve de Bodrum'da çok sevilmesini sağlamıştı. Anlatılanlarla bizim de gönlümüze taht kurdu. Efsaneleşti Hâkim Hanım. Bir gün duyduk ki Hâkim Hanım ölmüş. Nişanlısının ölümünden sonra kendisi de intihar etmiş. Cenazesine katılamadım ama bütün Bodrum halkının arkasından ağladığını, adının Mefharet memleketinin de Kütahya' Tavşanlı olduğunu öğrenmiştim

Hâkim Hanım'ın intihar etmesi beni çok etkiledi. Duygularımı dile getirmek, Hâkim Hanımı da Bodrumluların gönlünde ilelebet yaşatmak istiyordum. Bunun da çaresi türkü yakmaktı. Düşün- düğümü uyguladım. Kısa bir müddet sonra türküyü besteledim. Kendi aramızda türkü çalınıp söyleniyordu. Milaslı Nazmi Yükselen Bodrum Hâkimine yaktığım türküyü duymuş olacak ki benden aldı ve plâğa okudu. Plâk çok tutuldu. Nazmi Yükselen altın plâk kazandı. Bana telif hakkı ödemediği için mahkemeye vermek istedim. Ama yöremizin insanı olduğundan çevrem ve arkadaşlarım buna mâni oldular. Hâsılı altın plâk kazanan eserimden beş kuruş boğazıma geçmedi. Adım dahi söylenmiyordu. Türkü dillere destan oldu. Filmi çevrildi Bodrum ise efsaneleşti.

Türkünün popüler olduğu dönemde köye iki jandarma geldi. Beni aldılar götürdüler Bodrum'a. Niye götürdüklerini de bilmiyordum. Adliyeye vardığımızda mahşeri bir kalabalık vardı. Kalabalık da neyin nesi diye düşündüm. Jandarmalar kalabalığı yararak mahkemeye çıkardılar. Beni görenler işte türküyü besteleyen budur diye bağırıyorlardı. Ne türküsü ne bestesi dediğim de: ‘Bodrum Hâkimi, Bodrum Hâkim'i’ diye bir alkış tufanı koptu. O zaman anladım ki Bodrum Hâkimine türkü yakmam suç olmuştu. Mahkemeye çıktım. Hâkim; şahsımla ilgili bilgileri aldıktan sonra ‘Sen kim oluyorsun da devletin Hâkimine türkü besteliyorsun? Mefharet Hanım'a yaktığın türkü herkesin dilinde, bu ne demek oluyor’ diye ifademi almaya başladı. Şimdi meseleyi daha iyi anlamıştım. Hâkim Hanım'a türkü yaktığım için devlet beni mahkemeye vermiş, tazminat davası açmış, ciddi ciddi de ifadem alınıyordu. Doğrusu mahkemeye düşeceğim hiç aklıma gelmemişti. Hâkim tekrar sordu. ’Niye türkü besteledin. Sen kimsin? Devletin Hâkimine nasıl türkü yakarsın’ dedi. Sinirimden ne diyeceğimi şaşırmıştım. Hâkim biraz daha sert sorunca. Dayanamadım. Hâkim bey elini kaldır sana da türkü yakayım dedim. Bu cevap Hâkimin hoşuna gitmiş olmalı ki beni serbest bıraktı. Adliyeden çıktığımda mahşeri kalabalık hâlâ beni bekliyordu. Halk beni sokaklarda omuzun da taşıdı. ‘Yaşa Çelik, varol Çelik’ diye inlettiler Bodrum sokaklarını."


Hava yumuşamış, Çelik amca da konuya kaptırmıştı kendisini. Ben; Çelik amca her ne kadar da çalmayı söylemeyi bırakmışsa da birlikte olmayı arzu ediyordum. Rica ettik. Sağ olsun kırmadı bizleri. Köyün alt başındaki lokantaya gittik. Çelik amca da cümbüşünü getirdi. Bizimle oturdu masaya. O çaldı biz dinledik. Bodrum Hâkimini, Kara Ova Düğününü, Hayıtlı'dan Çıktım adlı parçalarını kendi sesinden kayıt ettik. Yeni parçalar da okudu. Okuduğu türkülerin hikâyelerini de bir bir anlattı...

Gece hayli ilerlemiş, gitme zamanı da gelmişti. Evli evine köylü köyüne hesabı. Onlar evlerine biz Bodrum'a hareket ettik. Sn. Rasim Eriş ve Erol Köse dostlarımızın gayretleriyle verimli bir çalışmanın huzuruyla türkü çığıra çığıra, kayıt cihazımızdan Çelik amcayı dinleye dinleye Bodrum'a ulaştık. Saat 02 00 olmasına rağmen Bodrum sokakları hâlâ hareketliliğini koruyordu. Otelimize ulaştığımızda Çelik amcanın sesi kulaklarımızdaydı.

Ertesi gün sabah çorbalarımızı içtikten sonra Yatağan'a ulaştık. Yatağanlı mahalli sanatçı Mehmet Topçu ile ilgili çalışmalarımızı da tamamladıktan sonra Ankara'ya döndük.

Böylece Bodrum çalışmaları sona ermiş Hâkim Hanım türküsünün Bodrum perdesi de aralanmıştı. Ama bunun bir de Kütahya'sı vardı. Çünkü kaynakların verdikleri bilgiler ve türkü sözlerinden anladığımız kadarıyla Hâkim Hanım Kütahya'nın Tavşanlı ilçesindendi. Doğrusu bu perdeyi de aralamak gerekirdi. Konuyla ilgili bilgileri almak için Tavşanlı Kaymakamlığı'na mektup yazma, telefon etme gibi çareler üretirken 28. 6. 1998 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı'nın Kütahya'da yapacağı Liseler Arası Halk Müziği Türkiye Finali yarışmalarında seçici kurul üyesi olarak görevlendirilmem "körün taşı" gibi rast geldi. Gökte ararken yerde bulmuştum. Bu vesileyle Tavşanlı'ya kadar gider konuyu orada sorar soruştururum diye plân yaptım.

27 Haziran 1998 tarihinde Kütahya'da idim. Öğretme nevine yerleştikten sonra Bodrum Hâkim'i ile ilgili çalışmaları gerçekleştirmek için araştırmaya başladım. Tavşanlı eski Halk Eğitimi Merkezi Müdürü Sn. Coşkun'un bu konuda bilgisi olduğunu tespit ettim. Sn. Coşkun'la telefonla görüşerek, 29 Haziran 1998 tarihinde Tavşanlı'da buluşmak üzere randevulaştım. Mefharet Hanım'la ilgili de bazı bilgiler aldım. Mefharet Hanım'ın Tavşanlı halkı tarafından çok sevildiğini, Balıkesir Balyalı, ilk görev yerinin Tavşanlı olduğunu, Bodrum'a tayini çıktığında büyük bir uğurlama töreni yapıldığını, yöre halkının arkasından günlerce gözyaşı döktüğünü öğrendim. Ayrıca Hisarlı Ahmet'in Kasetini, Kütahya Türküleri kitabını da temin ettim. Yöre sanatçılarının kasetlerini aldım. Çok kârlı bir gün geçirdim. Hele 29. 6. 1998 tarihindeki randevu işin en kârlısıydı.

28.6.1998 tarihinde Kültür Merkezi Salonu'nda Liseler Arası Halk Müziği yarışmaları yapıldı. Sonuçlar da hemen açıklandı. Solo ve koro olarak yarışan ekiplerin ilk üçe girenlerine ödülleri verildi. Ödül törenin ardından topluca akşam yemeğine gittik. Fakat 19 00 haberlerinde duyduğum Adana depremi perişan etti beni. Lokmam boğazımda kaldı. Apıştım. Aptallaştım. Ne yapacağımı şaşırdım. Zira ben de Adanalı idim. Benden gayrı (eşim hariç ) herkes Adana'da idi. Hemen telefona sarıldım. Ama telefonlar kilitlenmiş, Adana ve

ilçeleriyle hatta Mersinle dahi görüşmek mümkün değildi. Uzun bir telefon mücadelesinden sonra aklıma Ankara'dan eşimi aramak geldi. Belki Adana'dan onu aramışlardır diye düşündüm. Yanılmamışım. Eşimle görüştüğümde kesin olmamakla beraber bizimkilerde ölü ve yaralı olmadığını öğrendim. Aldığım bilgiler az da olsa yüreğime bir su serpti.

Deprem haberini öğrenince randevuyu iptal edip o gece Ankara'ya döndüm. Düşlediğim çalışma da depremin kurbanı oldu. Ama Hâkim Hanım'ın Balıkesir Balyalı olduğunu öğrenmiştim. Tavşanlı araştırmasını yapamadık amma Balya olur diyerek konuyu beklemeye aldım. Balıkesir Bigadiç'te bu işlere aşina ve de türkü sevdalısı bir dostum vardı. Savcı Gökhan Göktaş. Hem onu ziyaret eder oradan da Balya'ya geçerim diye düşünüyordum. Düşüncemi 1998’zi 99’za bağlıyan yılın başında gerçekleştirdim. Hem ziyaret hem ticaret açısından eşimle Balıkesir Bigadiç'e gittik. Çok arzu etmeme rağmen maalesef Bigadiç'ten Balya'ya yol düşüremedik. Ama işin peşini de bırakmadık. Savcı dostum Gökhan Göktaş konuyla ilgili bilgileri muhakkak bana ulaştıracağına dair söz verdi.

Gerçekten de dost Gökhan Göktaş sözünü tuttu. Olağan üstü gayretiyle Balyalı Mefharet Tüzün'le ilgili gerekli bilgilerin bana ulaşmasını ve Balya Belediye Başkanı Sn. Zekâi Bayram'la görüşmemi sağladı. Erdek Nüfus İdaresi'nden temin ettiği nüfus kayıtlarını bana ulaştırdı.
Sn. Zekâyi Bayram'dan, gönderdiği veraset ilâmından, Erdek Nüfus Kütüğü kayıtlarından tespit ettiklerimize göre işte Bodrum Hâkim Mefharet Hanım'ın kısa hayat hikâyesi.

Hâkim Hanımın babası Müftü Halil İbrahim Efendi Vardar göçmenidir. Önce İstanbul'a yerleşir. İstanbul Müftülüğü yapar. İskân yasasından yararlanan Müftü Halil İbrahim Efendi'ye Balıkesir'in Balya ilçesinin Kadıköy'ünün Âsar mevkiinden toprak, Erdek’ten de 800 kök zeytin ağacı verilir. Burada ikamet etmelerine rağmen Erdek kütüğünün Halit Paşa Mahallesi 206 hane,1/85 cildine kayıtlıdırlar.

Müftü Halil İbrahim Efendi'nin eşi Hatice Libas'tan beş çocuğu dünyaya gelir. Bunlar Hafsa Hazire, (1894 -1937 ) Mehmet Bâki, ( 1898–1950 ) Nasiye Zeliha, (1899–1920 ) Ahmet Abdülhadi (1904–1967 ) Fatma Mefharet, (1910-1912 henüz iki yaşındayken ölür) Fatma Mefharet Tüzün'dür (1914 -1954 Bodrum Hâkim Mefharet Hanım)

Mefharet Hanım'ı Bahçıvan veya Asarlı Ahmet olarak bilinen kardeşi Ahmet Abdül- hadi okutur. Bodrum'da İz Bırakanlar takviminde Hâkim Hanım'ın doğumu 1906 olarak gösterilmişse de Erdek Nüfus kütüğünden aldığımız kayıtlara göre Hâkim Hanım 2.3.1914 tarihinde İzmir'de doğmuştur. Esas adı Fatma Mefharet Tüzün'dür. 1942 yılında verdiği veraset ilâmından Cumhuriyet Savcılığı İstanbul Ceza Evinde Hâkim adayı olduğu anlaşılmaktadır. Hukuk Fakültesi'ni bitirdiği, ilk göreve nerde ne zaman başladığı tespit edilememiştir. Ancak uzun müddet Kütahya Tavşanlı'da Hâkim olarak görev yapmış, orada da gönüllere taht kurmuş, tayin olduğunda halk arkasından çok gözyaşı dökmüş, büyük bir törenle de 1951 de Bodrum Hâkim'i olarak uğurlanmıştır. İşte bu uğurlamayla Hâkim

Hanımın gönül defterine yeni bir sayfa açılmış, dillere destan olmanın sınırına biraz daha yaklaşmıştır.

At sırtında keşiflere gidişiyle, adaletiyle, dürüstlüğüyle, insanları sevmesiyle gönülleri fethetmiş, ünü Bodrum ve çevresine yayılmış. Bodrum onunla o Bodrum'la güzellikler yaşamış. Her insan gibi sevmiş sevilmiş. Yalnızlığını, sevgisini şarkılarla, türkülerle paylaşmış. Ama ne yazık ki yüreğine düşen sevdaya yenik düşmüş.

Gerek Tavşanlı'da gerekse Bodrum'da gönüllere taht kuran Bodrum Hâkim Mefharet Hanım 1914 yılında başladığı ömür yolculuğuna 18.5.1954 tarihinde son noktayı koymuş. Yakınları almış götürmüşler cenazesini Bodrum'dan. Mezarı belki Balya, belki Erdek, belki de İstanbul'da.

İşte o gün bu gün Mefharet Hanım öleli tam 45 yıl olmuş. Dile kolay. Bir değil, beş değil 45 tane yıl. Ömrün yarısından fazla. Ama yıllar unutturamamış onu. Zaten hiç ölmemiş ki. Sevenlerinin gönlün de hep yaşamış...

O artık bir efsane. Ölmeden bir gün önce, gece Milas’a Bestekâr Zeki Duygulu'nun konserine giden, Uslu Dur Kadınım Çıldırtma Beni adlı şarkıyı aynı programda üç defa okutan bir Bodrum Hâkim'i. Yeniköylü Çelik amcanın telinde Nasıl Attın Mefharet Hanım İpe Kendini diyen bir Bodrum Hâkimi.

O artık; bu satırları yazan 1966 yılında Kastamonu'nun Azdavay ilçesinin, Çengel köyünde çiçeği burnunda bir öğretmenin gecelerinin konuğu. Odada 1963 model pikabın iğnesiyle ses bulan bir Bodrum Hâkim.

Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hâkim

dizeleriyle haykıran, türkülerimizin nasıl yakıldığını, günümüze kadar da nasıl ulaştığını gösteren Bodrum Hâkim. O: Kısaca türkülerimizin geçmişiyle geleceği arasında bir köprü. O: Artık türkü olan bir Bodrum Hâkim...

"Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" adlı makalem Folklor Edebiyat dergisinde yayımlandık-tan takriben bir hafta sonra ( Folklor Edebiyat C.5, s. 18 Ankara -1999) Milliyet gazetesi yazarı Hasan Pulur, yazıyı köşesinde dile getirmiş. Sonunda derginin telefonunu, adresini de vermiş. 9 Temmuz 1999 tarihli Milliyet gazetesini alanlar sabahın erken saatinde beni aradılar. İlk arayan Bekir Salim'di. Bekir Salim şiirle, edebiyatla uğraşan bir asker emeklisiydi. Hasan Pulur'un köşesinde Bodrum Hâkimine yer verdiğini söylüyor, memnuniyetini de dile getiriyordu.

Ben, Bekir Salim'in telefonundan sonra yazıdan haberdar oldum. Hemen bir Milliyet gazetesi aldım. Üstat, Folklor Edebiyat dergisinde yazıyı okuduktan sonra, köşesini de Bodrum Hâkimine ayırmış. Yudum yudum okudum. Hoşuma gitti.

Yazı: 1965 yılında Kastamonu / Azdavay / Çengel köyünde öğretmenlik yaparken Bodrum Hâkimi türküsüyle nasıl tanıştığımı, Bodrum'da Hâkim Hanımla ilgili yaptığım araştırmaları anlatıyordu. Hasan Pulur'u, 1965 yılında Çengel köyündeki öğrencilerim de okumuş olacaklar ki, bana ulaşmak için dergiyi aramışlar. Derginin sahibi Metin Turan da beni aradı. Bana ulaşmak isteyen öğrencilere; "Ev telefonunuzu vereyim mi" diye soruyordu. Tabii ne demek diye cevap verdim Metin'e. O da yazının ses getirmesinden oldukça mutlu olduğunu söyledi. Metinle vedalaştıktan sonra kimler arayacak acaba diye heyecanla beklemeye başladım.

İlk telefon Çengel'deyken babasıyla çok iyi görüştüğüm Ahmet Karaca'nın ( Satı Bey ) kızı Sevim Karaca'dandı. Sevim Karaca ailenin en küçük çocuğuydu. Onu birinci sınıfta okutmuştum. İsminden başka hatırladığım, beline kadar inen belikleri, tertemiz mendili idi. Telefonda titrek ve ürkek bir ses. Hep öğretmenim diyen Sevim Karaca 35 yıl sonra Halil Atılgan'a ulaşmanın sevinciyle ne diyeceğini şaşırmıştı. Halil Atılgan olduğu- mu anlayınca; "Hocam ben Sevim Karaca, Ahmet Karaca'nın kızı hatırladınız mı" ? Sevim'in sesini duyunca içim ürperdi. Anlatamayacağım duygular çöktü serime. Bir ter boşandı. 20 yaşındaki Halil Atılgan'ı yaşadım. Öğrencilerimin Çengel'den ayrılırken, davulla zurnayla Geriş Tepesi’ne, Pınarbaşı nahiyesine kadar uğurladıkları geldi aklıma. Büyük küçük herkes arkamdan gözyaşı dökmüştü. Ben de ağlamış, onları unutmayacak Halil Atılgan olarak ayrılmıştım. Sevim Karaca da çok küçük olmasına rağmen Çengel köyü ile Pınarbaşı arasındaki Geriş Tepesi'ne kadar uğurlamıştı.

Onu çok severdim. Az konuşurdu. Utangaç hâli, sorduğum sorulara boynunu çekerek cevap vermesi gözlerimin önüne geldi. Tırnak yoklamasındaki elini uzatışı, beyaz yaka siyah önlüğüyle, tertemiz mendilini gösteren Sevim Karaca 35 yıldan sonra beni telefonla arayan ilk kişiydi.

"Hatırladınız mı? Ben Ahmet Karaca'nın kızı” dediğinde: Cevabım, hiç kimseyi unutmadım ki oldu. Sevim'e hele seni hiç unutmadım dedim. Çok sevindi. Sevimle başlayan telefon trafiği telefonumuzun kilitlenmesine kadar gitti.

İkinci arayan da Cemile Çengel'di. Çok iyi hatırlıyorum okul numarası 54'tü. Soyadını Çengel köyünden alan bir ailenin kızıydı. Cemile'yi iki yıl okutmuştum. Babası yoktu. Onun için de bir burukluk vardı üstünde. Oldukça da utangaç ve asabiydi. Taralı saçları kuluncundan beline kadar inerdi. Konuşmayı sevmezdi. Bense ona söz verir konuşmasını sağlamaya çalışırdım. Sevdiğim öğrencilerdendi. Beni çok sevmesine rağmen hiç belli etmezdi. Uğrun uğrun bakışlarını yakalar, ben de kendisi gibi bakmaya çalışırdım. Benim de kendisi gibi baktığımı görünce, hemen başını çevirir yüzünü kapatırdı. Güzel türkü söylerdi. "Pencerede gül perde" diye bir türkü okumuştu. Müzik derslerinde zaman zaman o türküyü söyletirdim.

Cemile Çengel sesimden tanıdı. 35 yıldan sonra sesimi tanıyan Cemile Çengel'e ne denilebilirdi ki.


Üçüncü arayan da Niyazi Şen'di. Niyazi, Çengel'de beni kucaklayan, bana bir oda tahsis ederek kahrımı çeken, köye okulun yapılmasını sağlayan, Niyazi Şen'in torunuydu. Niyazi Amca’yı çok severdim. Yol görmüş, oturup kalkmasını bilen, uzun zaman muhtarlık yapmış, köylüler tarafından da sevilip sayılan biriydi. Lojman inşaatı bitmediği için yapılıncaya kadar beni evinde konuk etti. Ailesi de çok iyiydi. Zamanla beni de aileden biri saydılar. Niyazi Amca beni bir gün görmese merak eder, nerede isem arar bulurdu. Üç erkek, 5 kız babasıydı. Akraba evliliği yaptığı için ikisi erkek, biri kız olmak üzere üç çocuğu ahrazdı. Ahraza Çengel'de samut denirdi. Samutların büyüğünün adı Hasan, küçüğünün Ahmet, kızın adı da Altun’du. Hasan çok başarılı ve de zekiydi. Elinden "uçan ve kaçan" kurtulurdu. Beni de çok severdi. Geçtiğimiz yıllarda kalp krizinden öldü. Ahmet ve Altun sağ. İşte Niyazi Şen, Samut Hasan'ın oğlu, Niyazi Amcanın da torunuydu. Dedesinin evinde kaldığım için Niyazi'yi okula gelmeden tanımıştım. Onu herkes, A...Niyazi diye çağırırdı. Bu çağırış Çengel'e özgüydü. Ben de A... Niyazi diye çağırırdım. Küçük Niyazi'nin yalpa vurarak koşması hep gözümün önünde.

Arayanlardan biri de Ahmet Karaca'nın oğlu Sadık Karaca idi. İlkokul birinci sınıfta öğrencim olmuştu. Sadık Karaca'yı da babasının evine sıkça gittiğim için okula gelmeden tanımıştım. O da kardeşi Sevim Karaca gibi sessizdi. Babalarının gün gürmüş, konuşmayı seven, köyünde kültürlü kişilerinden olmasına rağmen çocuklar içine kapanıktı. Tanıdığım, konuşmayı sevmeyen Sadık, telefonda bülbül gibi şakıyordu.

Köylüleri sordum. Gücük Mehmet'in, Papaz Muhtarın öldüğünü, İstanbul Küçük Çekmece'de lokanta çalıştırdığını, yazın da köye gittiklerini, Çengellilerin derneğini kurduğunu, Azdavaylılar derneğinin de yönetiminde olduğunu söyledi. 35 yıl Sadık'ı ne kadar da değiştirmişti. Bilmediğim bir çehrenin dilinden bal akıyordu sanki. Hayli malumat aldım. Köylülerin çoğu İstanbul'a yerleştiği için okulun da kapandığını söyledi.

Sadık telefonumu, öğrencilerin çoğuna vermiş olmalı ki günlerce telefonum susmadı. Arayan arayana, Sekiz Süleyman, Dokuz Süleyman, Mahir Kuru, Şaban Uzun, da-ha adlarını hatırlayamadım öğrencilerim.

Yıllardan sonra onların sesini duymak ne büyük mutluluktu. "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" yazısı beni nerelere götürdü. Hayatımın en mutlu dakikalarını yaşadım. Anlatılmaz, paha biçilmez, kağıda kaleme sığmazdı yaşadığım mutluluklar.

Telefon trafiği takriben on gün devam etti. Bu zaman içinde başka bir telefon daha aldım ki: Âşık Nizarî'nin dediği gibi :"Bin derdim var idi bir daha oldu / Derdimin dermanı aman ha aman". İşte öyle bir şeydi. Arayan Hayrettin İvgin'di. Hayrettin Beye Adalet Bakanlığından bir daire başkanı benimle görüşmek istediğini söylemiş. Hem de Bodrum Hâkim yazısıyla ilgili. Adalet Bakanlığı devreye girince ürperdim doğrusu. Aklıma Hâkim Hanıma beste yapan, türkü yakan Bodrum'un Çiftlik köyünden Mustafa Bacaksız, namı diğer Çelik Amca geldi. Çelik'in Bodrum Hâkimine yaktığı türkü popüler olup altın plâk alınca: Bir gün iki jandarma gelmiş, doğru Bodrum Adliyesine götürmüş garibimi. Devletin Hâkimine türkü yaktığı için yargılanmış. Ben de kendi kendime bu kadar güzellikleri

yaşadıktan sonra yazı bizi de yargıya götürdü diye düşünmedim desem yalan olur. Heyecanla daire başkanını aradım. Başkan yerindeymiş. Görüştük.

Başkan, Hasan Pulur'un köşesinde "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" yazısından sonra, dergiye ulaşarak yazının tamamını okuduğunu, Hâkim Hanımın intihar sebebinin çok dikkatini çektiğini, 17 Mayıs 1952 tarihinde intihar eden Hâkim Hanımın dosyasını buldurdu- ğunu, bir takım bilgi ve belgeler tespit ettikten sonra bana ulaşmak için de Hayrettin İvgin'i aradığını, tespit ettiği bilgi ve belgeleri de bana vereceğini söyledi.

Nasıl sevindim anlatamam. Başkandan randevu alarak bir gün sonra makamına gittim. Gerçekten dosya elinin altındaydı. Dosyayı bana vermedi. Ama tespit ettiği notları, Hâkim Hanımın Kütahya Tavşanlı'da Hâkimlik yaparken bir şikâyet üzerine alınıp Bodrum'a gönderildikten sonra zamanın Başbakanı Adnan Menderes'e çekilen çok sayıdaki telgraf örneklerini gösterdi. Ama Hâkim Hanımın hangi sebepten intihar ettiği dosyada ve otopsi raporunda da belli değildi. Ancak intihar ettiği, Bodrum'da göreve başladıktan sonra sıkça rapor aldığı, psikolojik tedavi gördüğü, rahatsız olduğu konusunda bilgiler bulunduğunu söyledi. Sicil dosyasındaki resmini de verdi.

Daire başkanının verdiği bilgilerle Bodrum'dakiler birbirini tutmuyordu. Başkana göre, Hâkim Hanım bunalım sonunda intihar etmişti. Hâkim Hanımın intihar sebebi beni kısmen aydınlatmış olsa da istenilen sonuca ulaştığım söylenemezdi.

Bodrum Hâkim yazısının yayımlanmasından birkaç ay sonra telefon çaldı. Kaldırdım. Arayan Çengel köyünden öğrencim Sadık Karaca idi. Hoşbeşten sonra Sadık beni fazlasıyla memnun edecek bir haber verdi. "Hocam benim İstanbul Küçük Çekmece'de lokantam var. Bizim dönem öğrencilerinin hepsine haber verdim. Toplanacaklar. Sizi de bekliyoruz" dedi. Benim için haberlerin en güzeliydi. Katmerli bir haberdi doğrusu. "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" beni 35 yıl sonra öğrencilerimle buluşturuyordu. Herkese nasip olmayacak bir buluşmaydı bu. Gözlerim dolu dolu telefonu kapattım.

Telefonu kapattıktan sonra "Çengel Geceleri" geldi aklıma. Çengel'deyken Ilıca köyüne okul gezisi yapmıştık. Köy Pınarbaşı Kalyonu'nun hemen bitiminde kurulmuştu. Ilıca Çay'ı okulun dibinden geçiyordu. Çocuklara suya girmeyeceksiniz dediğim hâlde dinlemeyip girmişlerdi. Yıkandıkları yere geldim. Benden habersizlerdi. Suya girenlerin çamaşırlarını topladım. Haydi, bakalım benim sözümü tutmayanların cezası budur demiştim. Nasıl da pişman oldular. Bir müddet sudan dışarı çıkamadılar. O zaman köyün İlkokulu Müdürü İzzet Demirci idi. Bağlama çalardı. Onun için de iyi anlaşırdık. O günler canlandı gözümde. Hey gidi günler diyerek geçmişi hatırladım. Dile kolay, koca 35 yıl geçmişti. Acısıyla tatlısıyla 35 yıl. Cahit Sıtkı'nın dediği gibi ömrün yarısıydı.

Çengel gecelerinin yalnız adamı 35 yıldan sonra öğrencilerine kavuşuyordu. Çok mutluydum. Bizim için mutluluk Kafdağı'nda akan bir çeşme değildi artık. Gönlüm yıllardan sonra saçlı sakallı, çorlu çocuklu öğrencilerime kavuşmanın heyecanıyla dolup taşıyor, kanatlı bir kuş olmuş daldan dala uçuyordu.

Daldan dala uçan deli gönül bizi aldı götürdü, Düziçi İlköğretmen Okulu yıllarına. Kendi ciltlediğim kırmızı kaplı hatıra defterinin satırlarına. Azdavay'la, Zarı ( Pınarbaşı’nın eski adı) ile ilgili hiçbir şey yok mudur diye sayfaları karıştırdım. 10 Kasım 1965 tarihinde yazılmış Otelci, Pınarbaşı'nın Karafasıl köyünden Mehmet Çiftçi'nin satırlarına rastladım. Bakın neler yazmış Otelci Mehmet Amca:

"Sayın Halil Hoca Evlâdım

10 Kasım 1965 günü ziyaretinize geldiğim zaman bana gösterdiğin hüsnüteveccühten ve büyük ikram benim size karşı ilk gördüğüm zaman yaptığım iltifatın yanında çok küçük kaldı. Beni hakikaten mahcup ettin. Buna mukabil sizlere hizmet etmek vazife olmuştur. İnşallah çalışırız. Sizlere hatıra olarak şu aciz kalemimle size hatıra bırakırdım. Sizleri Ulu Tanrı'ya emanet eder hayırlı ve başarılı işler temenni ederim. 10 Kasım 1965. Pınarbaşı bucağından Otelci Karafasıl köyünden Mehmet Çiftçi". (İmza )

Mehmet Amcayı çok severdim. Baba oğul gibiydik. Parasız kaldığımda borç alır aybaşında da öderdim. Verdiği parayı unutmamak için yazardı. "Oğul bu itimatsızlık değil unutmamak içindir. Sen de verdiğini yaz" derdi. Az konuşur, öz konuşurdu. Otel dolmadıkça kaldığım odaya müşteri almazdı. "Evlâdım" diye hitap etmesini severdim. Demokrat Partiliydi. Son Havadis gazetesi okurdu. Çok dürüstü. Pınarbaşı'ndaki bakkallar hakkında da zaman zaman bana bilgiler aktarırdı.

Pazar günü Pınarbaşı'nın pazarıydı. Köylüler ihtiyaçlarını buradan karşılarlardı. İhtiyacım olduğunda Pınarbaşı'na ben de gider, Mehmet Amcayı da ziyaret ederek gönlü- nü hoş ederdim. Gitmediğim zamanlar bizim köylüleri bulur selâm gönderirdi. Mehmet Amca irtibat büromdu sanki. Yörede okuyup yazan üç beş kişiden biriydi. Bana göre hayli yaşlıydı. Öleli kaç yıl olmuştur kim bilir. Belki de Otelci Mehmet'ten geriye kalan tek hatıra defterime yazdığı iki satır yazıdır. Vay Karafasıllı Otelci Mehmet Ağa vay. Şimdi çocuklarında bile seni hatırlatacak hiçbir şeyin yoktur belki. Hâlbuki sen ne iyi insandın. Gariplerin, kimsesizlerin dostuydun. Karacaoğlan'ın dediği gibi "Adın ne idi unuttum / Çağırmayı çağırmayı." Ben bile otelinin adını dahi hatırlayamıyorum.

Mehmet Amcadan başka Ilıca Köyü Öğretmeni İzzet Demirci'nin satırları da varmış defterde. O da birkaç satırla duygularını dile getirmiş.

"Kıymetli Meslektaşım Halil Bey !...

Sizlerle tanıştığım ilk andan itibaren değerli ve meziyetli bir arkadaş olduğunu kestirebildim di. Aramızda neşeli saatler gelip geçti. Daima birbirimizi unutmamak için bu satırlarımı karalıyorum. Bu yalan dünyaya elveda olsun. Hayatta üstün başarı ve muvaffakiyetler dilerim. Saadetler. Sizleri kalbinde yaşatacak olan (..........) arkadaşın Kastamonu vilayeti Azdavay kazasının Ilıca Köyü Öğretmeni İzzet Demirci." (İmza -Tarih yok)


İzzet Demirci şimdi nerededir. Ne iş yapar. Öldü mü, sağ mı bilemiyorum. Onu hep "Irmaktan geçemiyom / Düş gördüm seçemiyom" türküsüyle hatırlıyorum.

İşte ben böyle eski günleri yaşarken beklediğim telefon geldi. Arayan Sadık Karaca idi. Buluşma gününü bildirdi. Buluşma yerimiz Bayrampaşa Otogarıydı. Kavlimize göre ben saat 15 00 sularında otogarda olacaktım. Dediğimiz gibi oldu.

Sadık'ı 1966 yılından bu yana hiç görmemiştim. Ben tanıyamazdım ama o beni tanır diye düşünüyordum. Otobüste giderken Çengel'in yalnız gecelerinde günlük tutmadığıma hayıflandım. Öğrencilerimle yaşadığım hatıralarımı günü gününe yazsaydım ne kadar güzel olurdu dedim. Gerçekten de yazılı olmayan her hatıra zaman denilen ırmakta kaybolup gidiyordu. Şimdiki aklım olsaydı neler yapmazdım Çengel'de. Yörenin bütün folklor ürünlerini derlerdim. Hiçbir derleme yapmadım Çengel'de. Çünkü aklımız ermiyordu. O zamanlarımın boşa geçmesini hayatımın yaşanmamış günleri olarak kabul ediyorum. Kastamonu özellikle Azdavay, Pınarbaşı hiç el değmeyen yörelerimizdendi. Kim bilir neler çıkardı. Ama geçmişi geri getirmek mümkün değil. Onlar hep geride kaldı. Ama hiç olmazsa "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkimi" ortaya çıktı. İşte o en büyük avuntu kaynağı oldu benim için, diyerek kendimi teselli ettim.

Bu düşüncelerle Bayrampaşa Otogarına indim. İner inmez çocuklar hemen tanıdı. Ağzım alışmış çocuklar demeye. Hâlbuki hepsi de saçlı sakallı kocaman adam olmuşlar. 1965 yılında 8–10 yaşında olan çocuk, 35 yıl sonra kaç yaşında olur varın siz hesap edin.

Sadık Karaca, Niyazi Şen ve bir öğrencim daha vardı karşılamaya gelenlerin için- de. Adını hatırlayamıyorum. Çocuklarla sarmaş dolaş olduk. Ana özlemiyle kucaklaştık. Sevinç gözyaşlarımız aktı. Ağlıyorduk. Neden ağlıyorduk. Doğrusu, nedene, niçine cevap vermek çok zordu.

Sadık Karaca "Hocam hiç değişmemişsiniz. Sadece saçlarınız beyazlanmış" dedi. Takıldım Sadık'a. Kuzgun yavrusuna hep "Appağım yavrum appağım" dermiş, sizinki de kuzgunun hesabına döndü. Niyazi Sadık'ı destekledi. "Hocam Sadık doğru söylüyor".

Kavuşma seremonisinden sonra eşyalarımı arabaya koyarak Küçük Çekmeceye doğru hareket ettik. Buluşma vakti akşamdı. Sadık'ı lokantasına bıraktıktan sonra Niyazilere gittik.

Akşam denilen saatte lokantada buluştuk. Ben içeriye girince bütün öğrencilerim ayağa kalktı. Hayli kalabalıktı. Beni öğretmen masasına oturttular. Yoklama yapıldı. Yoklamadan sonra numara sırasıyla herkes benimle ilgili hatırasını anlattı. Gözlerim dolu dolu çocukları dinledim. Sahneye koyduğumuz piyesler, Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, okul bahçesini ağaçlandırmamız, voleybol sahası yapmamız anlatıldı. Mutluluk gözyaşları sel oldu aktı.


Bu bir sevda değildi. Aşığın maşukuna kavuşması hiç değildi. Bu başka bir kavuşma. Yıllarca biriken özlemlerin bileşimiydi. Evet, adını koyamadığım duyguların bileşimiydi bu.

Bana bağlama çaldırttılar. Ben çalarken Mahir Kuru gözlerinden siyim siyim döküyordu. 8 Süleyman, 9 Süleyman, Mustafa Kuru da gelmişti. Mustafa Kuru Muhtar Papazın oğlu, Mahir Kuru'nun da babasıydı. Çengel'deyken çok samimiydik. Hayli yaşlanmıştı. Yanıma oturdu ve de hiç ayrılmadı.

Çaldık söyledik. Ayrılık saati geldiğinde Mahir Kuru hâlâ ağlıyordu. Ağlamak da güzeldi. Hele böyle bir günde daha da güzeldi. Kısaca o gece Kerime Nadir'in romanı gibi; "Ömrümün Tek Gecesi" oldu. O gece anlatılamazdı. Evet, doğru söylüyorum anlatılamazdı. Yaşamak gerekirdi. Hayatımda yaşamadığım mutlulukların sevinci vardı gözlerimde. Bitmesini istemediğim dakikalar su gibi akıp gitti. Tanrı'ya şükür ki böyle bir geceyi yaşattı bana. Minnettarım.

"Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkimi" yazısının yaşattığı güzellikler bununla da bitmedi. Bu yaşadığım güzellikler kışındı. Aynı yılın yazında tatil için Antalya'ya gittik. Kemer Bel dibi'nde bir otelde kalıyorduk. Antalya Radyosunda Prodüktör dostum Hüseyin Aslangiray'ı ziyaret ettim. Çok mutlu oldu. Hasret giderdik. Kendi yaptığı canlı yayın programına katılmamı istedi. Memnuniyetle dedim. Belirlenen gün ve saatte Antalya Radyosunda Hüseyin Aslangiray'ın programına konuk oldum. Konumuz kültür, araştırma, folklor vb. idi. Kısaca kendimi tanıttıktan sonra, spiker hangi araştırmanın daha çok etkilediğini, iz bırakanın hangisi olduğunu, nasıl başladığını, geliştiğini sordu. Araştırmacılığımın Düziçi İlk Öğretmen Okulundan, Köy Enstitüsü bulaşığı olduğumdan kaynaklandığını, en etkileyici araştırmamın da "Bodrum Hâkim" olduğunu, yaşadığım hatıraları da program akışı içinde özetledim. Halk Edebiyatımızdaki turna motifiyle ilgili de bir araştırma yaptığımı, ilginç hatıralar yaşadığımı anlattım. Anlatırken Prodüktör Hüseyin Aslangiray kulaklıkla; "Hocam sizinle görüşmek isteyen iki dinleyici var. Telefonlarını alsak programdan sonra görüşür müsünüz" dedi. Elbette görüşürüm cevabını verdim.

Programı alnımızın akıyla bitirdik. Çayımızı yudumlarken Hüseyin Aslangiray, Kadirli’ li Antalya'da bir dershanede öğretmenlik yapan Ali Göloğlu adlı dinleyiciyi bağlattı. Sn. Göloğlu benim öğretmen okulundan arkadaşım İsmail Göloğlu'nun yiyeni imiş. Kültürel değerlere sahip çıktığımız için teşekkür ediyor, tanışmak için de evine davet ediyordu. Eve gelemeyeceğimizi söyledim. "O zaman biz kaldığınız otele gelelim, kabul eder misiniz” dedi. Memnuniyetle diyerek, saat 16 00–17 00 sularında otelde olacağımızı söyledim. Otelin adresini ve telefonunu verdim.

Program esnasında bizi arayan öbür dinleyiciye de telefonla ulaştık. Tanışmak istediğini, kuş ve hayvan portreleri yapan bir ressam olduğunu, özellikle turna portreleri yaptığını söyledi. Tanışmak istiyordu. Aynı gün saat 13 30 da Antalya Radyosunda buluşmak üzere randevulaştık. Ressam dinleyicimiz verilen saatte radyoya geldi. Uzun uzun sohbet ettik. Yaptığı portrelerden 12 tane de bana armağan etti. Tablolar müthişti. Turna ve Kangal köpeklerinin portreleri harikaydı. Canlı gibiydi. Hüseyin'e; işte bu güzellikler parayla

pulla satın alınacak cinsten değil Hüseyinciğim, güzellikleri sizin sayenizde yaşadık, diyerek yapılan işin önemini vurguladım.

Öğle yemeğinde, Antalya Radyosunda Prodüktör Saffet Uysal Bodrum Hâkim ile ilgili bir kitabın Antalya'da Simge Kitap Evi tarafından yayımlandığını söyledi. Yemekten sonra doğru kitap evine gittik. Hüseyin Aslangiray beni yetkililerle tanıştırdı. Programı dinledikleri için sesimi tanıdılar. Kitap evi sahibi "Bodrum Hâkimini” armağan etti.

Yazarı, Belkıs Öztin Koparanoğlu adında bir edebiyat öğretmeni. Yazarın babası Hâkim Hanımın yanında kâtip olarak çalışmış. Kitabı da babasının vasiyetini yerine getirmek için kaleme almış. Kapağa da Hâkim Hanımın güzel bir resmini koymuş.

Kitaba sahip olduğum için çok sevinçliydim. Kısa zamanda okumak kaydıyla çan-tama koydum. Kitabın yayımlandığından yeni haberim olduğu için hayıflandım. Çünkü "Bodrum Hâkim" benim için önemliydi. Hâkim Hanımın intihar sebebi çözülmemişti. İntihar sebebinin çözüleceği düşüncesiyle ayrıldık kitap evinden.

Benimle tanışmak isteyen ikinci dinleyici Ali Göloğlu'na, saat 16 00–17 00 civarında otelde olacağımızı söylemiştik. Ama Antalya'da ha şurası, ha burası derken geciktik. Saat 17 00 civarında misafirlerin gelip gelmediklerini öğrenmek için oteli aradım. Görevli takriben bir saat bekleyip gittiklerini söyleyince beynimden vurulmuşa döndüm. Bu kadar erken geleceklerini hiç düşünmemiştim. Hemen adıyla rehberden telefonuna ulaşmak istedim. Radyoda görüştüğümüz telefon adına kayıtlı değilmiş.

Kendimi kültür aşkıyla yanıp kavrulan dinleyiciye affettirmek için çareler arıyordum ki: Prodüktör Hüseyin Aslangiray geldi aklıma. Hüseyin'i aradım. Hüseyin; "Sarı kâğıtlara yazarak duvara yapıştırmıştım. Vallahi hocam, siz görüştükten sonra dürdüm büktüm her ikisini de çöpe attım. Çocuklar Bodrum'a tatile gitmek için arabanın için de beni bekliyorlar." dedi. Yapacak hiçbir şey yoktu. Umutlarım suya düştü. Kendi kendime, hep verdiğin sözleri yerine getirmekten başına bin türlü belâ geldi, ama bu sözünü yerine getiremedin, yazıklar olsun Halil Atılgan dedim içimden. Verdiğim sözü yerine getiremediğim için kendime saygısızlık yaptığımı düşündüm.

Aradan takriben bir saat geçmişti. Biz de Beldibi'ne gitmek için hazırlanıyorduk ki: Eşimin cep telefonu çaldı. Arayan Hüseyin Aslangiray'dı. Hayırdır Hüseyinciğim dedim."Hocam sizinle telefonla görüştükten sonra radyoya uğradım. Mesainin bitmesine rağmen telefonları bulmak için bütün çöp kutularını karıştırdım. Telefonu buldum. Kâğıt kaleminiz varsa hemen yazdırayım" dedi. Dona kaldım. Kurşun yesem bir damla kanım akmazdı. Zahmet etmişsin filân da diyemedim. Çünkü bu zahmetten öte bir şeydi. Kişiye duyulan en büyük saygı, boğulan birini kurtarmak gibiydi. Hüseyin'e, benim için fedakârlık ancak böyle olabilirdi. Sen fedakârlıkların en yücesini yaptın. Bu teşekkürle ödenmez. Ben de sana teşekkür etmiyorum dedim.



Hüseyin Aslangiray müthiş bir dostluk örneği sergilemiş, fedakârlığın en güzelini yapmış, sonra da çocuklarıyla birlikte tatile gitmişti. Sevgili Hüseyin bu zamanda, böyle insanların hâlâ bulunduğunu kanıtladı. Varolasın Hüseyin. Kadirşinas, vefakâr dost.

Tanışmak isteyen Ali Göloğlu'nu hemen aradım. Defalarca özür diledim. Bir son-raki günde evine konuk olduk. Kahvesini içerek kendimizi affettirmeye çalıştık. Nasıl da mutlu oldu. İnsanları mutlu etmek ne kadar güzel dedim. Keşke herkes Yunus gibi, Hacı Bektaşi Velî gibi olsa diye düşündüm. Ne demiş Hünkâr: "İncinsen de incitme".

“Aşk meydanı bu meydan / Can-dostun, can erindir
Yücelerin katında / Aşkı bilenlerindir "

“Gönül bu Hak yapısıdır / Aşk ve birlik tapusudur
İyi bil cümle âlemi / Doğruluk dost kapısıdır"

Hacı Bektaşi Veli’nin, düşüncesini uygulamak oldukça zor bu zamanda. Zira hatır yerini satıra, gönül yerini katıra bıraktı.

Ali Göloğlu'nu mutlu etmenin sevinciyle Beldibi'ne döndük. Başladığım Bodrum Hâkimini bir an önce bitirmeliydim. Kaldığım yerden devam ettim. Yudum yudum okuyor, önemli yerlerin altını çiziyordum. Okudukça Hâkim Hanımın intihar etmesinin esrarı da çözülüyordu. 31. sayfadaki satırlar çok önemliydi.

"Bodrum'a kış iyiden iyiye gelmişti. Hemen hemen her gün poyraz, ya lodos eser, yağmur da deli deli yağardı. Öyle günlerde okula gidip gelmemiz çok zordu. Böyle kış günlerinin birinde denizin meşhur dalgalarını yiyerek kendimizi evlerimize zor atmıştık. Erişteler (deniz yosunu) yalı kıyısında havada uçuşuyordu. Evin kapısından içeri girerken üstümüz başımız erişte doluydu. Oturma odasında annemle (Yazarın annesi Ayşe Hanım) Hâkim Hanım Teyze karşılıklı oturuyorlardı. Bizim eve gelişimizi fark etmemişlerdi. Hâkim Hanım Teyze hem ağlıyor hem de anneme alçak sesle bir şeyler anlatıyordu. Annem de can kulağıyla onu dinliyordu. Anlattıklarını da başıyla onaylıyordu. Kardeşimle odaya girmedik. Üstümüzü çıkardık. Oda kapısının dışına oturduk. Konuşulanları dinlemeye başladık. O, boynundaki külçe incisiyle ha bire oynuyor, konuşurken sesi titriyordu. Anneme:

—Çok sevdiğim bir ağabeyim var. Kalp hastası. Onun için çok üzülüyorum. Bu hastalığın tedavisi yok. Bazı nedenlerle kırıldık. Sorma nedenini söyleyemem. Ağabeyimin Fahir adında tıpta okuyan dünya tatlısı, canım, ciğerim bir oğlu var. Onu kendi oğlum gibi seviyorum. Ömrüm olursa onu en yüksek yerlere kadar okutacağım. Yaz tatilinde zaten yanıma gelecek. Biliyor musun ben nişanlıydım... Yüzüme öyle şaşkın şaşkın bakma. Sözümü de hiç kesme sakın. Birbirimizi o kadar çok seviyorduk ki anlatamam. Leyla ile Mecnun gibiydik. Kafa yapısıyla, dış görünüşüyle her şeyiyle bana hitap eden mükemmel biriydi. Ama ne yaparsın, Allah birleşmemize izin vermedi. Tanrı'nın rahmetine kavuştu. O öldükten sonra dünyam yıkıldı, karardı. Kimseleri beğenmedim. Kimseyle de evlenmeyi düşünmedim artık. Düşünemem de zaten. Mezarını bile ben yaptırdım. Şimdi İstanbul'da gömülü.
Onun yanında yerimi ayırttım. Ölünce yanına gömüleceğim. İkimiz de öğrenciydik. Çifte kumrular gibiydik. Üniversitedeki aşklar başka oluyor. Pek çok kişi aşkımızın yüceliğini, güzelliğini bilirdi. Son sınıfta nişanlanmıştık. Nişanlım ameliyat sırasında öldü. Dünyam o günden beri yıkıldı. Gülsem, neşeli görünsem bile içimde kapkara rüzgârlar esiyor. Yüreğimi devamlı oraya fırlatıyor. Acılarım azalacağına her gün ipek kozası gibi daha da sarıyor etrafımı. Onu aklımdan, içimden ne çıkarabiliyorum, ne de atabiliyorum. Adını da sorma bana. Asla söyleyemem. Kendisiyle beraber kalbimin en derin köşesine gömdüm adını. Yalnız kaldığım anlarda, günlerde hep onu düşünüyorum. Hayali gelip gelip oturuyor bazen. O anlarda çıldıracak gibi oluyorum. İntihar edip bir an önce gitmeyi de düşünmüyor değilim ".


Anladığımız kadarıyla Hâkim Hanım Bodrum'da; ölümle iç içe yaşamakta, ölmeyi aklından çıkarmayan, ölen nişanlısına kavuşmak arzusuyla yanıp kavrulan bir kişilik sergilemekte. Ölme, intihar etme arzusu her gün biraz daha öne çıkmakta. İşte bu duygularla Bodrum'da Koyun Baba Koyu'na bir keşfe gider. Keşif den sonra oradaki Koyun Baba Yatırını da ziyaret ederek dilekte bulunur. Ayşe Hanım (Yazarın annesi-Kâtip İlyas Beyin eşi) ne dilekte bulunduğunu sorar. Hâkim Hanım cevap verir: (...) "Bilmiyor musun da gönlümdeki dileği bana soruyorsun. Tanrı'dan nişanlımın günahlarını affetmesini istedim. Ayrıca bir an önce onun yanına gitmek için de dilekte bulundum. Bana öyle kaşlarını çatarak bakma Ayşe'm. Göreceksin kısa zamanda onun yanına gideceğim. Bugün tuttuğum dilek de böylece gerçekleşmiş olacak".

Hâkim Hanım Ayşe Hanıma bir başka günde: "Benim büyük aşkım ölen nişanlımı biliyorsun. Onu asla unutmadığımı da. Her gün ona kavuşma arzum daha da artıyor. Kendimi çok kötü hissediyorum, yaşamak filan da istemiyorum" diyerek ölüme biraz daha yaklaştığını açıkça ifade eder. Bu sıkıntılar içerisindeyken başı ağrısını dindirmek için evdeki bütün ilaçları içerek ölmeyi dener. Fakat başarısızlıkla sonuçlanır. Ama yine de yılmaz, sevdiğine kavuşmak için bu sefer işi bitireceğinin sözünü verir kendi kendine.

Aylardan Ramazan günlerden pazardır. İlaç içip de ölüme kavuşamadığı günün sonrası Hâkim Hanım evinde hastadır. Gerisini Bodrum Hâkim kitabından aktaralım: "Azıcık sağı solu toplarken kapı çaldı. Gelen Terzi Hasibe Teyze idi. Bayram için yaptırdığı elbisenin provasını yapmaya gelmişti. Onunla sokak kapısının önünde konuştu. Ona; ‘Şimdi gidin Hasibe Hanım. Prova olacak hâlde değilim. Biraz hastayım hâlimi görüyorsun. İlaçlarımı aldım. Yatıp uyuyacağım. Öğleden sonra gel. O zaman provamı yap. Hem beni o zaman daha iyi göreceksin. Güle güle şimdilik’ diyerek onu bir an önce başından savdı.

Hasibe Hanım gidince sokak kapısını arkadan sürgüledi. İçeri girdi. Boy aptesti aldı. Yukarı kata çıktı. Gelin olacağı zaman giymek için aldığı canı gibi sevdiği pembe, bol, yarım kollu gecelik ve sabahlık takımını sandıktan çıkardı. Özenle giydi onları. Güzelce makyajını yaptı. Kırmızı rujunu ve kırmızı ojelerini hem el hem de ayak tırnaklarına sürdü. Namazlığını yayarak namazını kıldı. Kuran-ı Kerim'den bir sure okudu. Kuran-ı açık olarak seccadenin yanına bıraktı. Pembe iğne oyalı yeni başörtüsünü de katlayıp yanına koydu. Nişanlısının resmini yerine koydu. Kendi kendine bir yandan konuşuyor, bir yandan da gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Bu sefer başarılı olmalıyım. ‘Düşüncelerimi şimdi gerçekleştirmeliyim. Arkamdan kimse suçlanmamalı, zaten suçlanmayacak’ dedi. Dün akşamdan beri filim kareleri daha da büyüyerek içine alıp dönüyordu etrafında. Boğulacak gibiydi. Bakışları iyice sabitleşmişti. Kareler onu içine çekiyordu'. Yalnızlığım, yaşım, sıkıntılarım hepiniz biteceksiniz birazdan. Off kimseye açamadığım bu krizler delirtecek beni. Sevgilim beni çağırdığını duyuyorum. Bütün benliğimle her şeyimi sana vermiştim. Şimdi sana geliyorum. Yeter artık çektiğim ne varsa' dedi. Oda da dolaşmayı bıraktı. Divana oturdu. Beyaz bir kâğıda vasiyetini yazdı. Vasiyetinde: Ölümünden kimsenin sorumlu olmadığını İstanbul'a gömülmesini, Fahir, (Yiğeni) Fahir'in dayısından başka ölümünü kimseye haber vermemelerini, ölüsüne ne savcı Ahmet'in ne de Dr. Misoğlu'nun dokunmamasını onların üzülmemelerini, öbür tarafta sevdiklerinin beklediğini yazıyor 'Hoşça kalın' diyordu. Kâğıdı iyice katladı, sağ elindeki kalın kırma bileziğinin altına güzelce yerleştirdi. Merdivenlerden ruh gibi indi. Bir çanağa zeytinyağı koydu, ipi iyice yağladı. Ayağına topuklu en şık terliklerini giydi. Merdivenlerden elinde iple çıkarken 'Ölüm senden korkmadım, korkmuyorum. Sana geliyorum. Yakalayacağımı sandığım hayallerim uçtu gitti. Hoşça kalın evim, Bodrum, çocukluğum, gençliğim, kızlığım, orta yaşlılığım, kısaca her şeyim' diye aklından geçirdi. Merdiven tırabzanına ipi geçirdi. Tekrar aşağıya indi. Odadan sehpayı aldı, ipin altına göre ayarladı. Sehpanın üstüne çıktı. İpi boynuna geçirdi. 'Hâkim Hanım, bunca yıl nice insanların kararlarını verdin. Ya affettin ya cezalandırdın. Şimdi de kendini yargıladın, idam cezanı verdin. Tarihte böylesi görülmemiş, görülmeyecektir herhâlde. Hadi Sayın Hâkim Hanım kalemi kır, işi bitir. (Bütün bu ayrıntıları bir kâğıda karalamış Arasına da vasiyetini koymuş. Üstün de 'Başkâtip İlyas Öztin'e aittir yazılı kocaman bir zarfın içine koyup kapatmış. (İlyas Öztin yanında çalışan kâtibi, yazarın da babası) Sehpayı ayağı ile itti. Yağlı elleriyle duvara çarpmamak için duvarı itti. Elinin yağ lekeleri tanıklık edercesine duvara çıktı.
(Bodrum Hâkimi, Belkıs Öztin Koparanoğlu, Simge Kitapevi, Antalya 2002.)

Evet, Bodrum Hâkimi Mefharet Hanım, 17. 5. 1954, pazar günü, Ramazan Bayramına birkaç gün kala kalemi kırmış, kendi idam cezasını kendisi vermiş, 24. 9. 1951 tarihinde Bodrum'da başlayan Hâkimlik görevi de böylece sona ermişti. O artık yoktu. O; sözünü yerine getiren, nişanlısına kavuşan yeni bir hayatın Mefharet Hanımı. Türkülerde yaşayacak, Çelik Amcanın sazından çıkan nağmelerle hayatını sürdürecek bir Bodrum Hâkimiydi. O artık kara toprağın geliniydi.

Ben: Bodrum Hâkimi türküsüyle 1965 yılında Çengel'in yalnız gecelerinde tanışmıştım. Bodrum Hâkimini araştırdıktan sonra da,"Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkimi" yazısıyla konuyu dile getirmiş, sonunu da aşağıdaki satırlarla bağlamıştım. Nedense bu yazıyı da aynı satırlarla noktalamak geldi içimden.

Bodrum Hâkimi Mefharet Hanımı, Bahçıvan veya Asarlı Ahmet olarak bilinen kardeşi Ahmet Abdülhadi okutur. Bodrum'da İz Bırakanlar takviminde Hâkim Hanım'ın doğumu 1906 olarak gösterilmişse de Erdek Nüfus kütüğünden aldığımız kayıtlara göre Hâkim Hanım 2. 3. 1914 tarihinde İzmir'de doğmuştur. Adı Fatma Mefharet Tüzün'dür. 1942 yılında verdiği veraset ilâmından Cumhuriyet Savcılığı İstanbul Ceza Evinde Hâkim adayı olduğu anlaşılmaktadır. Hukuk Fakültesi'ni bitirdiği ilk göreve nerde ne zaman başladığı tespit edilememiştir. Ancak uzun müddet Kütahya Tavşanlı'da Hâkim olarak görev yapmış, orada da gönüllere taht kurmuş, tayin olduğunda halk arkasından çok gözyaşı dökmüş, büyük bir törenle de 1951 de Bodrum Hâkim'i olarak uğurlanmıştır. İşte bu uğurlamayla Hâkim Hanımın gönül defterine yeni bir sayfa açılmış, dillere destan olmanın sınırına biraz daha yaklaşmıştır.

At sırtında keşiflere gidişiyle, adaletiyle, dürüstlüğüyle, insanları sevmesiyle gönülleri fethetmiş, ünü Bodrum ve çevresine yayılmış. Bodrum onunla, o Bodrumla güzellikler yaşamış. Her insan gibi sevmiş sevilmiş. Yalnızlığını, sevgisini şarkılarla, türkülerle paylaşmış. Ama ne yazık ki yüreğine düşen sevdaya yenik düşmüş. Gerek Tavşanlı'da gerekse Bodrum'da gönüllere taht kuran Bodrum Hâkim Mefharet Hanım 1914 yılında başladığı ömür yolculuğuna 17. 5. 1954 tarihinde son noktayı koymuş. Yakınları almış götürmüşler cenaze sini Bodrum'dan. Mezarı İstanbul'da.

İşte o gün bu gün Mefharet Hanım öleli tam 49 yıl olmuş. Dile kolay. Bir değil, beş değil 49 tane yıl. Ömrün yarısından fazla. Ama yıllar unutturamamış onu. Zaten hiç ölmemiş ki. Sevenlerinin gönlünde hep yaşamış... O artık efsane bir Bodrum Hâkimi. Çiftlik köyünden Çelik Amcanın telinde "Nasıl attın Mefharet Hanım ipe kendini" diyen bir Bodrum Hâkimi. Bu satırları yazan, 1966 yılında Kastamonu'nun Azdavay ilçesinin, Çengel köyünde çiçeği burnunda bir öğretmenin gecelerinin konuğu. Odada 1963 model pikabın iğnesiyle ses bulan bir Bodrum Hâkimi.

Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hâkim


dizeleriyle haykıran, türkülerimizin nasıl yakıldığını, günümüze kadar da nasıl ulaştığını kanıtlayan Bodrum Hâkimi. O: Kısaca türkülerimizin geçmişiyle geleceği arasında bir köprü. O: Artık türkü olan bir Bodrum Hâkimi...











Deniz Üstü Köpürü

Şu Ula'nın düğünleri düğündür hani...

Erkekler oğlan evinde yiyip içip yan gelirler; kız evinde de eğlence gırla gider. Bağda üzüm toplayan, bahçede sebze çapalayan, tarlada tütün kıran kızlar; düğün günü, güzellik suyuna batıp çıkmış gibi olurlar. Düğünlüklerini giyip, saçlarını tarayan kızlar, huri-melek kesiliverirler.

Tef vurup cümbüş çaldı mı; kendinizi düğünde değil, periler ülkesinde sanırsınız. Kızlar salınır da, meydan kız görür.

Bu yüzden, Datça'lı Durmuş :
Senin çocuk kara-mara ama, hayli şirin yahu! diyenlere, göğsünü gere gere şu karşılığı verir:
-Eee, ne olsa O'nun anası Ula'lıdır...
Demesi o ki Datça'lı Durmuş'un; Ula'nın havası-suyu, güzellik
ılıcasından daha etkilidir. Bundan olacak, ULA köylüklerinin köylüleri oğullarını ortaokulda okusun diye, kızlarını yorgan -dikiş öğrensin diye Ula'ya yollamanın yolunu ararlar.

Çaydere'li Osman, dayısıoğlu Nasuh Çavuş'un gelin almasında Ula'ya geldi. Alay, koca Marçal dağlarını aşıp Ula'ya geldiğinde, kız evinde çalgı-çengi sürüp gidiyordu. İlçenin genç kızları halka olmuş; <<Ay alaylar bulaylar -Temeli de süzgün alaylar>> oyununu oynuyorlardı.

Osman, hayat (avlu) kapısının yanındaki duvarın üstüne dikilip, oynayan kızlara bir göz gezdirdi. Gözleri bir kızın üzerinde mıhlandı kaldı. Hay bakmaz olaydı! Osman'ın gönlü ırmak olup, Balcıların kızı Gülayşe'ye akıverdi.

Çaydere'li olanca gücüyle asıldığı halde, bakışlarını Gülayşe'den koparamıyordu. Sanki herkes Osman"ın kime, hangi duyguyla baktığını seziyordu. Osman ne gözlerine söz geçirebiliyordu, ne de gönlüne... Artık gönlüne kendi beyni değil; Gülayşe buyruktu.

Gülayşe ile ona bakmış, gülümsemiş miydi, ne!

Osman, gelin alayıyle birlikte Çaydere'ye dönerken; <<içimde bulgur kaynıyor: kafamda kireç söndürülüyor>> dediği zaman, yanındaki Çiftçilerin Mehmet; <<Osman mı anlamsız konuşuyor, ben mi anlamıyorum...>> demekten kendini alıkoyamadı.

O günden öte Osman, ULA düğünlerinin çağrılmayan konuğu olmuştu. Çizmelerini parlatıp atına atlıyor, soluğu Ula'da alıyordu. Marçal dağlarında, Kabaca Pıynar'ın dibindeki yatıra mum adayıp, Gülayşe'ye kavuşmak için dua etmeyi unutmuyordu.

Çoğu düğünlerde Gülayşe'yi görmüyordu. Ama bir de gördü mü, içinin tüm denizleri köpürüyordu.

Yine böyle bir düğünde, Gülayşe'ye <<gel Ayşe>> diyecek cesareti toplayabilmek için, birkaç şişe rakıyı su gibi içti. Neydi o öyle? Ayşe mi dönüyordu, dünya mı?

Derken biri ilişti koluna:

-Gel be dost, dedi, <<derdin var anlaşılan. Gel bizim meclisimize katıl...>>

Çaydere'li Osman, kendini Ula'lı gençlerin sofra kurdukları hasırın üstünde buldu. Herkes dostça bakıyordu kendisine. Merhabalaştıktan sonra, bir kadeh sundular ona da.

Dülger Bekir'lerin Selver, bağlamasını düzenleyip, telleri üzerinde, telleri gezdirirken sordu :

-Merakımı bağışla Osman arkadaş UIa düğünlerini kaçırmayışının nedeni ne ola ki?

O güne dek bağlamayı eline bile almamış olan Çaydere'li Osman, birden irkildi. Yeniden doğmuş gibi oldu. Selver'in elinden bağlamayı aldı. O gün çalıp çığırdığı, sevilen bir Ula türküsü olarak günümüze kaldı. Kuşkusuz yarına da kalacak :

<<Deniz üstü köpürü, ah yarim, lilay lilalay Iom 
Kayığa da binsem götürür ah yarim ah
Benim de buraya geldiğim ah yarim lilalay lilalay lom 
Bir güzelden ötürü ah yarim ah

Karıncanın katarı ah yarim lilalay lilalay lom 
Yüreğime değdi batarı ah yarim ah
Benim de buraya geldiğim ah yarim lilalay lilalay lom 
Bir güzelin hatırı ah yarim ah>>


Kaynak:
Ahmet Günday
Bağlama Metodu
Notaları ile Halk Türküleri
ve Türkü Hikayeleri              Nisan 1977

 







Hastane Önünde İncir Ağacı

Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç askerde vereme yakalanır. Hava değişimi olarak Yozgat'a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç tedavi için İstanbul'da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi cenazesini Yozgat'a getiremez., İstanbul'da kalır.


HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI

Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baş tabib geliyo zehirden acı

  Garip kaldım yüreğime dert oldu
  Ellerin vatanı bana yurt oldu
  Mezarımı kazın bayıra düze

Benden selam söyleyin sevdiğim gıza
Başına koysun, karalar bağlasın
Gurbet elde kaldım diye ağlasın 

 

 

 

 

Hekimoğlu 
 
Hekimoğlu derler benim de aslıma
Aynalı martin yaptırdım narinim kendi nefsime
Konaklar yaptırdım döşetemedim.
Ünye de Fatsa bir oldu narinim baş edemedim

Konaklar yaptırdım mermer direkli
Hekimoğlu sorarsan narinim demir yürekli 
Bahçe armut dibinde kaymak yedin mi 
Hekimoğlu'nu görünce narinim budur dedin mi

Çiftlice Muhtarı puşttur pezevenk
Hekimoğlu geliyor narinim uçkur çözerek
Hekimoğlu derler bir ufak uşak
Bir omzundan bir omzuna narinim yüz arma fişek

Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir.

Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır.

İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır.

Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder.

Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey, 
kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler. 

Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır.

Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla

işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın <<puştluğu>> yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle <<yaman cenk>> olur orada.

Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :
1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor.

2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya
kadar geliyor ve burada ölüyor. 

Hekimoğlu, tipik bir <<erdemli başkaldırıcı>> örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır.

Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de <<aynalı martini>> dir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen <<aynalı martin>> in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor. 
Bu yüzden Hekimoğlu'nun, adı, Hekimoğlu'nun adı <<aynalı martin>>le özdeşleşmiştir.



Kaynak:
Mehmet Bayrak
Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri, 
Yorum Yayınları Ankara 1985 

 

 













Kesik Çayır Biçilir Mi?

Meram bağları, Meram çayırları tanıktır, böylesi yiğit her anaya kısmet olmaz. İnadına mertti, inadına yiğit, inadına yağızdı.

Konya'nın valisi o yıl Meram'da otururdu hep. Meram o zamanlar da en saygıdeğer yeriydi şehrin, Mevlevi dedeleri Meram'daydı, çelebiler hepten Meram'daydı. Ve Vali paşanın yâveri, genç yâveri Meram'dan çok az inerdi Konya'ya. Bütün oralar bu genç adamı, o da bütün oraları tanırdı, iyi tanırdı.

Yâver, fesini sola doğru devirdi. Güz demiydi. Serindi ama o yanıyordu. Korkmuyordu. Oysa Kocamış bir gece yollara düşmüştü "Dutlu"dan Meram'a doğru, akşam namazından sonra. Korkmuyordu.

 "Sırtıma sepken yağıyor."
 "Yanuben yorgun gelirim." 

demiş elin oğlu zamanında. Yâver işte bu hâl idi. Konya severdi bu delikanlıyı; O da Konya'yı. Ama Konya'dan daha çok sevdiği bir şey bir kişi, bir hatun kişi vardı. Meram'a ilk zamanlar sık gelirdi. Aslı Konaya'lı değildi.

Sevdiceği bir Mevlevî çelebisinin kızıydı. Düşünün, Allah etmesin dile düşerlerse ötesi yoktu bu işin. Allah etmesin dile düşerlerse, Musalla mezarlığında selviler hüzzam makamından bir şarkıyla başlayıverirlerdi. Allah etmesin, gençti. Konya'nın delikanlısı zaten pek hayır okumuyordu adının üstüne. Allah etmesin. Ama yine de kotkmuyordu işte.

Sevdiceği bir Mevlevî çelebisinin kızıydı. Gelirken- giderken bir şeyler olmuştu. Bir şeyler olmuştu çünkü. Loraslarından kalkan ebabil kuşları, kanatlarında "Günaydınlar" getirdilerdi bir gün. Ebabil kuşlarının gözleri kahverengiydi, sol ellerinin üstünde bir "Ben" vardı ebabil kuşlarının.

Bu gece onunla buluşacaktı. İlk buluşmaları değildi bu şüphesiz. Ama Meram'ın o ördekbaşı ve şili çayırları o "incecik" çayırları tanık olsun ki en mutlusuna gidiyordu buluşmalarının.

Yâver fesini sol yana devirdi ve bıyıklarını burdu. Eli-ayağı yanıyor gibiydi. Kerpiç duvarı aşmıya çalıştı. Ceketi tozlandı, aldırmadı, hemen şöyle silkiverdi eliyle, ince çayırlar ayağına dolaştılar aldırmadı.

Çelebi kızı, Zerdalinin altına vardı. Gözleri apaydınlıktı, kahverengiydi.
Yâver yanına gelince, oturuverirdi çayırların üstüne. Yâver o cesaretsiz elleriyle çelebi kızın elini tutacak oldu, edemedi. Oturdu.

Konya pul pul dirildi gözbebeklerine. Yalnız Konya değil dünyalar onundu. Anasını hatırladı, bir zaman sonra, memleketini hatırladı, sonra kalkıp gitmek istedi, niye istedi bilmem, gidemedi.Oturdu.

Derken efendim sekiz iklimden ipil ipil bir batı rüzgarının seranadı başladı. Kız konuşuyordu. Çelebi kızı. Derken efendim, Dere tarafından bir bülbülü vurdular, ne hacetti, kız konuşuyordu, yâver öldü öldü dirildi.

Konuştular. Kızın elleri yâverin ellerinde serindi. Uzun uzun konuştular. Aşktı bu dost. Sevgiydi. Ne Konya vardı önlerinde, ne zerdali ağaçları, Ne Meram, ne paşa, ne çayırlar ve ne de sekiz taraflarından sekiz kara binayla onları gözetleyen sekiz Konya uşağı.

Derken efendim, yâver "Haydi hoşçakalasız" diyecekti, diyemedi. Derken efendim sekiz karabina sekiz kurşun kuştu yâverin suratına. Derken efendim, yâver "gidem" dedi, gidemedi. Önce sallandı sağ ayağının üzerinde üç kez. Sonra sa yanına devrildi. Kıpırdayamadı bile. Sekiz Konya delikanlısı için sanki bir şey olmamıştı. Dere yöresine doğru "Konyalı" yı çağıraraktan yürüdüler.

Sabah yakındı. Çelebi kızı ölü sevgilinin üstüne eğildi. Öylece kaldı.
Gün ışığında ölü yâveri ve çelebi kızını "incecik" çayırların üstünde buldular.
Paşa, vali paşa, yâverin anasına yanık künyesini gönderdi yarıntesi günü.

"İnce çayır biçilir mi
Sular ayaz içilir mi
Bana yardan vaz geç derler
Yâr tat'lolur geçilir mi"

Sonra arkasından, mezar taşı olsun garibin diye bu türküyü yakıverdiler. "İnce çayır biçilir mi?" Biçtiler bile.

"Aman ben yandım, paşam ben yandım, 
Ellerin köyünde vuruldum kaldım."















Kırmızı Gül Demet Demet


Kırmızı gül demet demet, 
Sevda değil bir alamet, 
Balam nenni, yavrum nenni 
Gitti gelmez ol muhannet 
        Şol revanda balam kaldı,
        Yavrum kaldı, balam nenni...

Nenni ya! Nenni ki nenni!. Yavrum nenni! Bir demet kırmızı gülle
gelen nenni!. Nasıl oluyor derseniz, türkünün dilini açmak gerek...
Varıp sormak gerek türküye : ''Ey türkü nedir bu demet demet kırmızı gül ve de nenni!. Yavrum nenni... Balam, nenni''. Bu demet demet gül hem de kırmızısından, sevgiliye duygu mu taşıyor? Neden kırmızı gül de kır papatyaları değil? Şöyle sarılı beyazlı, düz sarılı, öküz gözü gibi, kırdan toplanmış papatyalar değil de, demet demet kırmızı gül? Onların sevgi dili yok mu?. Onlar duygu simgesi gül kat... Ama bir tek!. Benim tek gülümsün, gönlümdeki yerin kır çiçekleri kadar engin, kır çiçekleri kadar zengin ve doğal, demiş olmazmısın? Ama senden iyisini bilecek değiliz ya!. Kırmızı gülü
seçmişsin sen. Hem de demet demet... 

Ha bir de 'balam' meselesi var! Yavrum diyorsun... 'Nenni' diyorsun 'Gitti gelmez' diyorsun. Yoksa bir ananın balasına, yavrusuna çağrısı mı bu? Şol Revan'da kalan balası üstüne mi söylenmiş?. REVAN, bugünkü adıyla ERİVAN, yani günümüzde Ermenistan'ın başkenti... Türkümüze konu olan olayın geçtiği zaman ise, büyük olasılıkla 17. yüzyıl sonrası... Neden derseniz, REVAN Osmanlının önemli bir ticaret merkezi o zamanlar. Ama bir ara elden çıkmış, Safeviler işgal etmiş. Yıl 1635. Dördüncü Murat ikiyüzellibin kişilik bir orduyla REVAN seferini düzenlemiş. Sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda, REVAN yeniden Osmanlı topraklarına katılmış. Eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuş. Mal götürüp, mal getirmişler... Memet de gidip gelen kervancılardan birisi... Anasının da tek 'balası'... Tek oğlu!. Erzurum yöresinde üç beş dönümlük tarlalarını ekip dikiyorlar... Yetiştirdikleri ürünü de kervana katıp, REVAN'da satıyor Memet... Memet de Memet hani... Karayağız bir delikanlı... Taşı tutsa, suyunu çıkaracak kadar güçlü. Bir de alışkanlığı var Memet'in. Her akşam tarla dönüşü, bahçelerden derlediği demet demet gülleri getiriyor anasına.. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti... Sevgi saygı simgesi. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor ana... Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor... Hele Memet kervandaysa. Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Rüyaları hep Memet üstüne... REVAN yollarını düşlüyor hep. Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kanter içinde uyanıyor. hayra yormaya çalışıyor. Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı. Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri. Kara yağız, kaytan bıyık Memet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor. Sözün kısası günü gelip de kervan REVAN'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.

Bazen kışın yola saldığı oğlu yazın dönüyor .Bazen de tersi oluyor . Kervanın dönüşü, bayram gibi! Kimi kocasını, kimi yavuklusunu karşılıyor. Kimi analar da oğlunu. Sarılıp, ağlayanlar, sevinç gözyaşı dökenler. Yemen seferinden döner gibi. Gerçi savaş dönüşü değil ama; hastalığı sağlığı var... Karı var, ayazı var!. Bir de salgın hastalık söylentisi yayılmış. Veba hastalığı kırıp geçiriyor ortalığı. İlkin bir ateş sarıyor bünyeyi. Kusma, iltihap, baş dönmesi. En sonunda da sayıklama. Artık kurtuluşu yok. Sayıklaya sayıklaya götürüyor insanı. En erken üç gün. En geç yedi gün içinde başlıyor sayıklama... Kurduğu tüm dünya yok oluyor bir anda insanın. Sevgiliye özlem, alınan armağanlar. Söylenecek güzel sözler. ''Sensiz olamam. Sen benim her şeyimsin. Güne seninle başlıyorum. Seninle bitiyor gecem. Zaman yitirmemek gerek demiştin. Oysa günler su gibi geçti. Ne bir ses; ne bir nefes. Düşlerdeki yerin hariç. Oysa seninle her şeye yeniden başlayacaktık. Öyle demiştik. ''Yaşam o kadar kısa ki; hiç zaman yitirmek istemiyorum seninle olmak için''. Bunları sen söylemiştin. Sıcaklığın avuçlarımdaydı. Kuytu bir sokak arası mıydı?. Yoksa aşıklar yoluna girişte miydi? Bir tek gözlerin kalmış belleğimde. Bir de kuşların bitmeyen şakımaları. Ne de güzel batmıştı güneş. Alaca ışığın, alaca karanlığa dönüştüğü an. Akşam güneşinin, yavaş yavaş yok oluşu muydu güzel olan?. Yoksa alaca ışığın, alaca mutluluğa dönüştüğü an mıydı en güzeli. Bahar mı kokuyordu saçların. Yoksa gerçekten bahar günleri miydi? İşte böyle sevgili. Ben şimdi senden uzak. Seni sayıklıyorum. Ellerini tutabilsem yeniden. Yüzüme dokunsa saç tellerin. Ama ne gezer!. Kuytulardan kaybolmayı severim demiştin. Aniden yok oluyorsun düşlerimden. Ellerim boşta kalıyor. Hem anamın hıçkırığı niye. Uzattığım ellerimi tutsa ya! Ateşler içindeyim. Bildiğim türküleri mırıldanıyorum; yokluğunuzda.


Gurbet elde baş yastığa gelende,
Gayet yaman olur işi garibin,
Gelen olmaz giden olmaz yanına,
Bir çalıdır mezar taşı garibin.

Bir çalının dibine gömüyorlar Memet'i. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına. Gençmiş... Sevenleri varmış... Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu! Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor. Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!. Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç. Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan. Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Memet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''. Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı. Yedi gün dayandı Memet. Sonra... Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Söyleyebil!. Hem de anasına... O ana deli olup dağlara düşmez mi?. Avuçlarını göğe açıp ol tabipten medet dilemez mi?. Kırmızı gülden merhemlik istemez mi?. Karayağızın güzeli oğlunu, canından parçayı alıp götüren ölüme, ilenmez mi? Ölümün hepsi kötü. Ana, baba, anneanne, dede. Hepsi kötü. Dün var olan... Soluyan, nefes alan; nefes veren. Bir anda yok artık. Yerinde yeller esiyor. Şekli şemali, son sözleri, yavaş yavaş yok oluyor. Belleklerden siliniyor. Yaşlı ölümü neyse ne! ''Öldü de kurtuldu" diyor insan. Ya gencecik ölümler. Muradı gözünde gidenler. Anadır, alıyor veriyor. veriyor alıyor. Oluru yok. Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor. Olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü. Gönlünde oğlunun hayali. Deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde ''Kırmızı gül demet demet. Sevda değil bir alamet Şol Revan'da balam kaldı. Yavrum kaldı''... diye diye haykırdığını söylediler.

Kırmızı gül demet demet
Sevda değil, bir alamet
Balam nenni, yavrum nenni,
Gitti gelmez ol muhannet,
Şol Revan'da balam kaldı,
        Yavrum kaldı,
        Balam nenni,

Kırmızı gül her dem olmaz,
Yaralara merhem olmaz
        Balam nenni,
        Yavrum nenni,

Ol tabipten derman gelmez
Şol Revan ' da balam kaldı,
        Yavrum kaldı,
        Balam nenni.

Kırmızı gülün hazanı,
Ağaçlar döker gazalı,
Karayağızın güzeli
        Şol Revan ' da balam kaldı, 
        Yavrum kaldı,





Kiziroğlu Mustafa Bey 


Bu türküyü dinleyen herkesin kafasında bir soru belirir. Kim bu Kiziroğlu Mustafa Bey ? Köroğlu ile ne ilgisi var? Bu türküyle ilgili birçok söylenti var ama en ilginci sanırım bu. Kizir, Kars'ın Susuz kazasına bağlı bir köydür. Bu köy Kısır dağlarının geniş eteklerine kurulmuştur. Köyün dört bir yanından ise soğuk pınarlar akar. Köy düz toprak damlı evlerden oluşmaktadır ve köyün hakim bir yerin de de bir kale kalıntısı vardır. Köylüler Kiziroğlu'nun kalesi derler buraya. Kiziroğlu bu köyde yaşamış ve bura da efsaneleşmiştir derler.

Küçükken at binip kılıç kuşanır
Söylentiye göre şimdiki Kiziroğlu Köyü’nün yerinde bir birinden uzak yirmi yirmi beş kadar ev bulunmaktaymış. Bölge dağlık ve ormanlık olduğu için insanları da bu nedenle olacak ki çok serttir. O zamanlar burada yaşayan insanların başında bulunan kişiye "Kizir" derlermiş. Kizir Muhtar demektir. Gün gelmiş zamanın kizirinin ünü tüm Anadolu'ya yayılmış. Tüm kötüler ondan korkar olmuş. Gel zaman git zaman Kizirin bir oğlu olmuş. Daha küçükken iyi at biner, kılıç kuşanır olmuş. İşte Kiziroğlu Mustafa Bey bu çocuk. Bütün çocukluğu Kısır Dağı’nda at binip avlanmakla geçmiş Mustafa'nın. O da babası gibi büyüyünce namlı bir yiğit olmuş, haksızlık ve adaletsizliklerle savaşmaya başlamış. Zaten onun bulunduğu çevrede kimse haksızlık etmeye cesaret edemezmiş ya . 

Köroğlu doğuya gelir
O sırada doğuya gelen Köroğlu Kısır Dağları’nda Ferro deresine yerleşir, amacı doğudaki haksızlıkları yok etmek. Bir gün Köroğlu bir at gezisinde Kizir Köyü’nü görür, "Burada ki adaletsizlikler de benden sorulur" der ve gider orada bir kale kurar. İşlerinden dolayı bir müddet köyünden ayrı kalan Kiziroğlu köye döndüğünde Köroğlu’nun kalesini görür. Sinirlenir. Köroğlu’nun yanına gider, sertçe çıkışır "Sen kim olasın ki benim yurdumda saltanat süresin" Her ikisi de bir birlerini kötü insan olarak bilirlermiş. Köylülerin söylemesi böyle. 

Yiğitlerin kavgası
O zamanın adaletine göre iki yiğit dövüşür, galip gelen diğerini öldürüp savaşı kazanırmış. Köroğlu ve Kiziroğlu günlerce at üstünde kavga etmişlerse de yenişememişler. Kılıç kavgasında ve güreşte de yenişememişler. Mustafa Bey’in atı Ala Paça da Köroğlu'nun atı Kırat’la güreş-mekte. Mustafa Bey şöyle bir geri bakmış ki ne görsün atı Ala Paça Köroğlu’nun atını alt etmiş duruyor. "Ola benim atım Köroğlu'nun atını alt etmiş, ben Köroğlu'nu alt etmezsem halim nic' olur" deyip gayrete gelmiş Köroğlu'nu yere vurmuş. Tam kamasını çekmiş vuracağı sırada Köroğlu "Dur yiğit, bana biraz mühlet ver yiğitlerimi göreyim karımla helalaşayım" demiş. Mustafa Bey bırakmış. Köroğlu eve gidip olanları karısına sazıyla sözüyle anlatmaya başlamış. 

Bir atı var Ala Paça peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça hey hey hey
Az kaldı ortamdan biçe
Ağam kim, Paşam kim, Nigar kim,
Hanım kim
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu
Zor beyin oğlu 

diye...Köroğlu geciktiği için evine kadar gelen Kiziroğlu kapı aralığından türküyü duyunca duygulanır ve utanır. Kapıyı çalıp içeri girer. Mustafa Bey’i karşısın da gören Köroğlu her şeyin bittiğini düşünürken Mustafa Bey sarılıp onu öper. "Sen benden daha yiğitsin Köroğlu" der. Köroğlu da "Ben artık buradan gideyim burada senin gibi mert ve yiğit biri varken kalmak olmaz" der ve köyü terk edip batıya gider. 

Anadolu insanının takdiri
Köroğlu'nun Bolu Dağları’ndan çıkıp ta Kars'a gelmesi o zamanın koşullarında olanaksız gibi. Ama halk düşüncesi iki yiğidi Doğu Anadolu da önce çarpıştırıyor sonra barıştırıyor. Bu, Anadolu insanının kahramanlarına, haksızlıklara direnenlere verdiği değeri gösterir. Kiziroğlu öyküsü tepeden inmemiştir, böyle bir yiğit yaşamış ün almıştır. Halk da bu söylenceyle Kiziroğlu'nu saygı ve sevgiyle anmaktadır.

 





Kütahya'nın Pınarları 


Bundan 100-120 yıl önce Kütahya'da bir ailenin genç yakışıklı, sözü dinlenir, temiz kalpli bir oğulları varmış. Orta halli bir ailenin de güzel, boylu poslu uzun saçlı bir kızları varmış. Kız biraz hoppa olduğu, ele, avuca sığmadığı için arkadaşları ona "deli düve" ismini vermişlerdi (düve: buzağı doğurma zamanı gelmiş yeni ineklere bazı yerlerde düve denirmiş). İşte genç yakışıklı delikanlı deli düveye aşık olmuş. O zamanlar deli düve adı dillere destandır. Genç, deli düveyi ailesinden ister, fakat kızı vermezler. Kızla genç gizli gizli buluşurlar. Bunu duyan kızın ailesi razı olur ve kızla genci evlendirirler. Fakat gençlerin saadetleri uzun sürmez, bu kızın güzelliğini duyan gören zamanın delikanlıları kendilerini reddeden kızın kocasını hem kıskanır hem de ona kin bağlarlar.

 Aradan hayli zaman geçer bu genç ve güzel gelin bazı delikanlılar tarafından tehdit edilmeye başlanmıştır. Delikanlılar "kocandan ayrılacaksın yoksa seni dağa kaldırırız, kocanın da gözlerini kör ederiz" diye kıza haber salmışlar. Genç kadın önceleri aldırmaz ve kocasından saklar, onu sevdiği için bir türlü kötülük etmelerine razı olamaz ve delikanlılara şöyle haber yollar " Ne olur, kocamı rahat bırakın. Ona dokunmayın ne isterseniz yapayım" der. Bunu haber alan gençler kadını kaçırmaya karar verirler. Aracı kadına "biz istediğimizi çeşme başında söyleyeceğiz. Oraya kadar gelsin" derler. Bunu duyan gelin meraktan çatlayacak bir duruma geldiğinden çeşme başına gider. Çeşme başına giden delikanlılar tuzak kurarak kadını kaçırırlar. Kadın bu sırada çığlık atar o sırada kadının kocası olan Asalıoğlu sesi duyarak koşarak gelir. Kadının kocası ile diğer gençler arasında kanlı bir kavga olur ve Asalıoğlu ölür. Gençler kızı dağa kaldırmıştı öte yandan oğullarını kanlar içinde yattığını gören gencin ana ve babası saçlarını başını yolarlar.








Misket
 

Misket, ufacık tefecik bir elma türü... Huriye de Ganizadeler'in ufakcık tefecik şipşirin kızlarının adı. Huriye, sık sık evlerinin önündeki elma ağacına tırmanır, yolu gözler; sebep, Osman Efe... 

Ankara'nın sayılı efelerinden Osman, genç, yakışıklı, geniş omuzlu,burma bıyıklı... Huriye'nin gönlü bu Osman Efe'de. Osman Efe, evin önünden geçiyor; Huriye atlıyor bahçeye, tırmanıyor misket ağacına. İkisinin de yüreğinden ılık bir şeyler akıyor. Osman Efe, Huriye'yi adıyla çağırmıyor hiç, ''misket'' diyor Huriye'ye. 

Yörenin ünlü ağalarından Kır Ağa, bir gün Huriye'yi su doldururken görüyor çeşme başında. Aradan bir hafta geçmeden Kır Ağa, Huriye'yi istetiyor. Babası, ''Kır Ağa, yiğit insandır, malı mülkü yerindedir'' diyerek Huriye'yi vermek ister. Annesi, Huriye'nin ağzını arar, fakat Huriye ''ölsem Kır Ağa'ya varmam'' cevabını verir. 

Huriye, akşamı zor eder. Bahçeye çıkıp, Osman Efe'nin yolunu gözler. Uzaktan atını görünce, tırmanıp çıkar elma ağacına. Durumu bildirir Osman Efe'ye. 

Osman Efe, çılgına döner. Kır Ağa'ya haber gönderir, ''Kendini sever, sayarım. Yiğit kişi bellerim. Yolumdan çekilsin. Sonu iyi olmaz'' der. Haberi Osman Efe'den Kır Ağa'ya götürenler, bire bin katarak anlatırlar ''Osman diyor ki, Kır Ağa kim oluyor da benim yavuklumu alacak. Leşini sararım'' diye... 

Kır Ağa, ''Demek dünkü çocuk bize meydan okuyor. Kendine güveniyorsa karşıma çıksın'' diye Osman Efe'ye haber gönderir. Tabii haberi götürenler Osman Efe'ye de bire bin katarak anlatıyorlar. Osman Efe Kır Ağa'ya, Kır Ağa Osman Efe'ye kinlenir. Sonunda kıran kırana kavga etmeye, sağ kalanın Huriye'yi yani Misket'i almasına karar veriyorlar. 

Belirlenen gün ve yerde karşılaşıyorlar. Bıçaklar çekiliyor. Huriye ise durumu merakla bekliyor. Çıkmış elma ağacı üstüne, yoları gözlüyor. Bir yandan da Osman Efe için dua ediyor. Osman Efe ise Kır Ağa karşısında aslanlar gibi dövüşüyor. Kır Ağa birden duruyor. ''Benimle böylesine boy ölçüşen yiğide, ben kıyamam. Koç olacak kuzuya bıçak çekemem. Vur bıçağını bağrıma. Misket senin olsun'' diyor. Osman Efe önce şaşırıyor, sonra oda bıçağını yere atıyor ve koşup ellerine sarılıyor Kır Ağa'nın. 

Kadın-kız da yollara dökülmüş uzaktan görünen kalabalığı bekliyor. Misket ise çıktığı elma ağacında duramıyor heyecandan. Daldan dala geçip, gelenleri seçmeye çalışıyor. Derken kalabalık yaklaşır, önde Kır Ağa, arkasında kalabalık. Gözleri Osman'ın arıyor, göremiyor. Birden başı dönüyor, gözleri kararıyor, tepe üstü ağaçtan aşağı düşerek cansız yere yığılıyor. 

Çok geçmeden kalabalık elma ağacına ulaşınca, bir feryattır kopuyor. Osman Efe, sığmıyor oralara. Kadınlar kızlar perişan. Misket kızın yani Huriye'nin hikayesi dilden dile dolaşıp türkü oluyor. 


Kaynak:
Yaşar Özürküt 
Türkülerin Dili  
Ankara Kültür Kurumu Yayınları
Stockholm 1987

 











Sepetçioğlu

Sepetçioğlu bir ananın kuzusu,
Hiç gitmiyor kollarımın sızısı,
Böyleyimiş alnımızın yazısı
Yassıl dağlar yassıl aman,
Osman Efem geliyor vay vay!

Osman Efe de, Osman Efe ha!.. Halkın gönlünde umut, yüreğinde sevgi. Zalimler, halk düşmanları derseniz, köşe bucak peşinde Osman Efe’nin. Yüreklerinde bir korku ki, uykuları bölünüyor geceleri. Derebeyi’nin dilinde Osman Efe’nin adı “Şu Sepetçioğlu denen eşkiyayı yakalayanı altınlara boğarım. Ölüsünü, ya da dirisini getirene bağlar, bahçeler vereceğim” diyor. Neden ki derseniz, diyelim. Sepetçioğlu Osman Efe mert. Bileğine güçlü, yüreğine sağlam.

Kastamonu’nun Araç ilçesinin Yukarı Avşar köyünden. Babasının bir karış toprağı yok. Köylük yerde topraksızlık kötü. El eline muhtaç eder topraksızlık. Muhtaç eder ki, gündelik işler karın doyurmaz. Eli görür, cebi görmez insanın. Osman’ın babası da öyle. N’apsın? Ek bir gelir gerek. Sepet yapıp satıyor. Hani çok bir şey kazanmıyor ama, geçinip gidiyorlar. Babasının ölümünden sonra Osman güç durumlara düşüyor. Geçim sıkıntısı çekiyor. Köyü terketmek zorunda kalıyor sonunda. Varıp Kastamonu’ya yerleşiyor. Baba mesleği sepetçiliği de iş ediniyor kendisine. Zaten bir anası, bir kendi. Geçinip gidiyorlar. Kollu sepet, ekmek selesi, küfe, çeşit çeşit. Küçüklü büyüklü. Günde birkaç tane yapıp satıyor. Bir de şu var ki, devir çok eski. Anadolu beylerin elinde. Her beylik kendi bölgesinde yaşayanlardan sorumlu. Yani ki, onların kazancını beylikler vergiliyor. Beyin emrinde sipahiler. Köy köy; kent kent dolaşıp kazançlarının bir kısmını topluyor. Ama öyle bir toplayış ki, düşman başına. Sipahilerin dediği dedik, çaldığı düdük. Varıyorlar harmanın başına “Bu harmandan elli gülek buğday ayırın aşar olarak” diyorlar. O kadar. çiftçinin eli kolu bağlı. Harmandan elli gülek buğday çıkar mı, çıkmaz mı. Belli değil. Çıkarsa geriye ne kalır. Kışın çoluk çocuk ne yer. Soran yok. Ya gelecek yılın tohumluğu? Sipahiler zalim! Gaddar! Şundan ki, sırtları kalın sipahilerin. İlk güvenceleri “Bey” sipahilerin. Sonra “Beylerbeyi”. Sonra da “Padişah”. Padişah açıyor ağzını “Şunca buğday, şunca arpa. Şunca deve gerekli bana” diyor. O kadar! Emri beylerbeyi alıyor, bey’e iletiyor. Bey de sipahilere. Ha, bir de “mültezim” denilen gelir toplayıcılar var. Filan köyün tüm gelirini kabala alıyor. Yani, bey istediği öşrü bildiriyor. Diyelim ki bey köyden yüz çuval pirinç istiyor. Bunu mültezim köylüden topluyor. Ayrıca kendisi için de ek yapıyor buna. Artık insafına kalmış. Ne kadar pay isterse onu da ekleyip varıp köylüye bildiriyor. “Ürününüzden şuncasını öşür olarak istiyorum. Filan yere getirip teslim edeceksiniz.” O kadar! Kim ki istenileni vermedi, ferman padişahtan. İnsaf sipahiden.
İşte Sepetçioğlu’nun yaşadığı devir, bu devir. Sepetçioğlu’nun yaşadığı beylik de İsfendiyaroğulları Beyliği. İsfendiyaroğlu Hamza Bey’de din-iman kıt! İnsaf vicdan hak getire! Öşrü artırdıkça artırıyor. Köylü bir deri bir kemik. Umurunda değil beyin. Durmadan daha çok vergi alınması için emir yağdırıyor. Sepetçioğlu o zamanlar daha “efe” değil. Osman diyor herkes! “Sepetçioğlu Osman”.

Günlerden bir gün, dükkanında sepet örüyor Osman. Kapı tekmeyle açılıyor. “Hamza Bey’in emridir. Hafta sonuna kadar yüz tane sepet vereceksin öşür olarak. Ellisi sele, ellisi kulplu olsun”. Tak kapı sipahiler dışarda. Sepetçioğlu almış başını ellerinin arasına. Başlamış hesaplamaya. Günde iki sepet örse, hafta sonuna kadar oniki sepet yapar. Eldekileri de eklese, elli sepeti geçmez. Bunların tümünü verirse neyle geçinecek. Üstelik düğün hazırlığı var. Üçbeş kuruş bir kenara atmak gerek. Varıp anasına açmış durumu. Anası tasalı. “Oğlum sana kötülük yaparlar. Ne yapıp yap, istediklerini yerine getir. Baban rahmetli de çok çektiydi. Sepetleri yetiremeyince yollarda çalıştırdılar. Ev yapımında iş verdiler. Sen sen ol, çekin Osmanlı’dan. İstediklerini yetir. Yoksa iyi olmaz”. Olmazı belli. Ya çaresi? Ne yapsın Osman. Varıp komşu sepetçilerden ödünç sepet istese kim verir. Hepsi aynı durumda. Çaresiz Osman. Gözlerinde uykular kaçık. Hafta sonunu iple çekiyor. “Gelsinler. Durumu anlatırım. Nişanlıyım. Yakında düğünüm olacak. Biraz anlayış gösterin bana derim. Bunlar da insan. Canımı alacak değiller ya! Olanı alır giderler” diyor. İyi. Hoş! Ama evdeki Pazar çarşıya uymuyor. Hafta sonu gelip de sipahiler kapıya dayanınca işler karışıyor. “Vay efendim vay! Nişanlıymış da para gerekliymiş. Öküzün yamacına koşul da aklın başına gelsin. Gör bakalım, yol yapmak mı kolay yoksa sepet mi?” Osman’ın cevap vermesine kalmadan iki kişi yakalamış kollarından. Sürüye sürüye atın terkisine bağlamışlar. Sürmüşler atları doğru Bey’in huzuruna. Daha bir dolu adam bekliyor kapıda. Kiminin üstü başı lime lime, kiminin gözü yaşlı. Osman da girmiş aralarına. Girmiş ya, alıp veriyor, alıp veriyor. Çok geçmeden Bey görünmüş. Elinde nar çubuğu. Sıradan girmiş. “Demek emirlere karşı durursunuz. Canınız ucuz sizin. Keyfiniz bilir. Alın bunları yol yapımına koşun.” O kadar! Bey buyurur, beycik vurur. Adamlar sıra sıra dizilir yollara. Osman’ın içi içine sığmıyor. Osman tetikte. Osman yolun kuytusunu kolluyor. Sonra süzülüveriyor karanlıklara. Ver elini Kastamonu. İlkin anasına varıyor. Durumu sergiliyor. “Böyleyken böyle. Canımı zor kurtardım. Bu işin oluru yok. Sizi size bırakıyorum. Ben bu işi Bey’in yanına koymayacağım. Onca zavallı adamın ahını alacağım Bey’den”. Anası ürkek, “Oğul beyle yarışa çıkılmaz. Kolu uzundur Bey’in. Sağ komaz seni. Kapısında kulu çok. Baş edemezsin” diyorsa da Osman kararlı. “Görsünler el mi yaman Bey mi! Dinsizin hakkından imansız gelir. Yanına koymam bunu. Sen benim baba yadigarı tüfeğimi ver. Nişanlıma da gözkulak ol” deyip atlamış atına. Doğruca nişanlısının evine. Nişanlısı da yürekli kız. Üstelemiyor hiç.
Osman düşüyor yollara. Varıp Bey’in konağına ulaşıyor. Pusu kuruyor. İsfendiyaroğlu Hamza Bey de at sırtında gezintiye çıkıyor çok geçmeden. Sözün kısası, Sepetçioğlu Osman, hakkından geliyor Bey’in. Sonda da atını mahmuzlayıp Gülpü Dağına sığınıyor. Gaddar Bey’in ölümünü duyan halk sevinç içinde. Dilden dile anlatıyorlar Sepetçioğlu’nu. Bundan böyle de adını, “Sepetçioğlu Osman Efe”yapıyorlar. çokluk da Sepetçioğlu deyip kısadan kesiyor.

Bey öldü diye, beylik dağılmıyor elbet. Hamza Bey’in oğlu Rüstem Bey alıyor beylik sırasını. Babasından daha gaddar Rüstem Bey. Halkı daha çok eziyor. Bir tek Sepetçioğlu karşı duruyor Rüstem Bey’in buyruklarına. Buyruğa buyrukla karşı koyuyor üstelik. Rüstem Bey, öşrün oranını artırınca o da buyrukluyor : “Filan gün, filan saatte, falan yere şu kadar baş koyun getirin.” O kadar! Koyunlar gelirse gelir; yoksa Bey’in adamlarından bir kaçı gider. Gidecek adamları da iyi seçiyor Sepetçioğlu. En gaddarlarını, halka en çok eziyet edenini seçiyor sipahilerin.

Bey’de bir telaş. Atlılar çıkarıyor Gülpü Dağına. Boş. Halk seviniyor. Sepetçioğlu’nun adı dillerde. Herkes elinden gelen yardımı geri komuyor. Aç-susuz bırakmıyor Sepetçioğlu’nu. Bey bakıyor bu işin oluru yok. İşi kurnazlığa döküyor. Sepetçioğlu’nun anasıyla nişanlısını yakalatıp getirtiyor konağına. Sonra da haber salıyor Sepetçioğlu’na : “Ya gelir teslim olur, ya da anasıyla nişanlısını boğdururum.” Sepetçioğlu durumu öğrenince bir gece baskın yapıyor Rüstem Bey’in konağına. Anasıyla nişanlısını alıp kaçıyor. Kimi, “Beyin adamlarının arasında Sepetçioğlu’nu tutanlar vardı, onlar yardım etti” diyor; kimi, “Sepetçioğlu çatal yürekli. Bir nara atmış ki yerler yerinden oynamış. Kimsenin kılı kıpırdamamış” diyor.

Sözün özü, Sepetçioğlu, anasıyla nişanlısını da alıp Gülpü Dağına çıkmış yeniden. Adı daha da büyümüş. Halk daha tutar olmuş. Beyin yüreği korkulu. Öşürü, eziyeti bırakıp bir tek Sepetçioğlu’nun peşine takmış adamlarını. Sepetçioğlu derseniz üç can. Anasıyla nişanlısı da yardımdan çok yük oluyarlar ona. Sipahilerin yaklaşma haberini duyunca yer değiştiriyorlar. Gün oluyor aç-susuz, saatlerce yürüyorlar. Anası derseniz yaşlı. Yola dayanamıyor. Teslim olmayı da istemiyor. Biliyor ki Rüstem Bey sağ komaz bu kez. Derken sipahilerin tuzağına düşüyorlar birgün. Sepetçioğlu, aslanlar gibi döğüşüyor. Nişanlısı da öyle. Ama anası; anası yürüyemiyor gayrı. Vuruşa vuruşa geri çekiliyorlar. Ama, uzun sürmüyor bu. Sipahiler dağın tepesini dolanıp arkadan sarıyorlar. Daha çok dayanamıyor Sepetçioğlu.

Üçünün ölüsünü şenlikle şehire getiriyor sipahiler. Günlerce yiyip içip keyfediyorlar. Halk geriden geriden izliyor bu şenlikleri. Bir de türkü yakıyorlar Sepetçioğlu için. Alıp Sepetçioğlu’nun tüm yiğitliğini koyuyorlar bu türküye...

Yaslan Sepetçioğlu yaslan,
Laleli çimenli dağlara yaslan,
Analar doğurmaz sen gibi aslan,
Yassıl dağlar yassıl, Osman Efem geliyor aman!
Yassılsın dağlar ya! Yassılsın ki Osman Efe geçsin. Osman Efe’yi asırlar ötesinden bugüne getirmek olanaksız elbette. Ama türküsü var ya!

SEPETÇİOĞLU
Sepetçioğlu bin ananın kuzusu,
Hiç gitmiyor kollarımın sızısı,
Böyle imiş alnımızın yazısı,
Yassıl dağlar Osman Efem geliyor.
Yaslan Sepetçioğlu yaslan,
Laleli çimenli dağlara yaslan,
Analar doğurmaz sen gibi aslan,
Yassıl dağlar, Osman Efem geliyor aman!
Kalk gidelim kışla önü aşağı,
Salıvermiş ince belden kuşağı,
Yaman olur Kastamonu uşağı,
Yassıl dağlar, Osman Efem geliyor aman!

KAYNAKLAR
1. Sadi Yaver ATAMAN: Doğcıl Saz Şairlerinin Hür Fikirleri Yaymadaki Rolleri (1944) ve Sepetçioğlu Osman Efe Zeybeği ve Türküsü TFA Dergisi s.165/1963
2. M. ÖZBEK Folklar ve Türkülerimiz 1975, s.359
3. F. ARSUNAR: Batı Anadolu’da Zeybekler (MİFAD Arşivi No.145)



Kaynak:
Yaşar Özürküt 
Öyküleriyle Türküler -3 
İstanbul-2002

Şen Olasın Ürgüp (Cemal'ım)

Türkü, öldürülen Cemal'e, karısı Şerife tarafından yakılmıştır. Şerife, 90 yıldan fazla yaşamış, 30 Kasım 1993 günü vefat etmiştir. 14-15 yaşlarında Cemal'le evlenmiş, mutlu geçen birkaç yılı Cemal'in öldürülmesiyle sona ermiş, bu hadiseden sonra bir oğlu ile ortada kalmıştır. Bu hadisenin oluş şekli ve ona yakılan ağıtı/türküyü bana, Şerife'nin daha sonra evlendiği Hayrullah'tan olan oğlu İsmet Aksoy göndermiştir.* Cemal'in öldürülme hadisesi ve türkünün tam metni şöyledir:

Ürgüp'ün Karlık köyünün eşrafından ve varlıklı bir ailesinden olan Cemal, kalleşlikle öldürülür. Herkesçe sevip sayılan Cemal'in ölümüne yanmayan kalmaz. Eşi Şerife acılarını yaktığı ağıtla hafifletmeye çalışır. Yetim kalan oğlu Mustafa da, birkaç yıl sonra hasat zamanı bir atın tepmesi sonucu ölmüştür. 

Ağıt, Şerife'nin ikinci kocası Hayrullah'ın sonraki yıllar Refik Başaran'a "Herkese bir türkü okudun ama, bana okumadın." diye sitem etmesi üzerine Cemal türküsünü plağa okur. Cemal Hayrullah'ın aynı zamanda amcasıdır. Onun öldürülüşü Şerife kadar Hayrullah'ı da etkiler. Şerife'nin türkünün her çalınışında gözünden iplik iplik yaşlar akıtmasını, Cemal'i bir türlü unutamamasını daima anlayışla karşılamıştır.


Türkünün asıl metni şöyledir:

Şen olasın Ürgüp dumanın gitmez
Kıratın acemi konağı tutmaz
Oğlun da çok küçük yerini tumaz
  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

Ürgüp'ten de çıktığını görmüşlür
Kıratının sekisinden bilmişler
Seni öldürmeye karar vermişler
  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

Cemal'ın giydiği ketenden yilek
Al kana boyanmış don ile göynek
Sana nasip oldu ecelsiz ölmek
  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

Ürgüp'ten de çıktın kırat kişnedi
Üzengiler ayağını boşladı
Yağlı kurşun iliğine işledi
  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

Karlık ile başkadın pınar arası
Çok mu imiş Cemal'ımın yarası
Ağlayıp geliyor garip anası
  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

Cemal'ın giydiği kadife şalvar
Dükkânın kilidi cebinde parlar
Oğlun da çok küçük beşikte ağlar
  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

Kıratın üstünde bir uzun yayla
Ne desem ağlasam kaderim böyle
Gidersen Ürgüp'e sen selâm söyle
  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

Kıratım başımda oturmuş ağlar
Cemal'a dayanmaz şu karlı dağlar
Üzüm vermez oldu Karlık'ta bağlar
  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

Giden Cemal gelir mi de yerine
İçerimde yaram indi derine
Cemal düşta kahpelerin şerine
  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

(seki : atın tırnaklarının üst kısmında bulunan beyaz kıllar)


*
Bana Cemal'ım türküsünü ve türkünün hikâyesini göndermek lutfunda bulunan İsmet Aksoy'a şükranlarımı sunarım.



Yrd. Doç Dr. Doğan Kaya

 

 





Üğrunu Üğrunu Gelir Dereden (Bedir)


Şarkışla'da çiftçilik yapan bir ailenin Bedriye isminde çok güzel kızları vardır. Bedir derler kısaca.Birde Ömer vardır yanlarında çalışan. Ömer güçlü kuvvetli yakışıklı bir delikanlıdır. Ömer'le Bedir aynı yaştadırlar. Ömer küçük yaşta başlamıştır bu ailenin yanında çalışmaya. Çocuklukları beraber geçer. Ömer'le Bedir büyüdükçe o çocuksu sevgileri aşka dönüşür. İçten içe gizli duygularla severler birbirlerini. İkisi de duygularını açığa vurmazlar. Ömer zaman zaman diyecek olur sevgisini. Bedir'in yayına varınca cesareti kırılır. Söyleyemez bir şey yutkunur kalır. Ömer bir şey dese karşılık verecektir ama, çaresiz oda bir şey söyleyemez. Günler ayları yıllar yılları kovalar. Şarkışla'da hayvanları sürüleri olanlar, her yıl yaz aylarında yaylaya çıkarlar. Sürülerini daha geniş otlaklarda yaylarken,tertemiz havayı teneffüs edip buz gibi suyunu içerek, tabiat'ın bütün güzelliklerinden doya doya faydalanırlar.

Bedir'in ailesi de yaz aylarını Kızanandı denilen yaylada geçirmektedirler. Kızanandı, tertemiz havasıyla buz gibi sularıyla tipik bir Anadolu yaylasıdır. Fazla kalabalık olmadığı içinde,insanlar çok iyi ilişki içerisindedirler. Akşamları bir yerde toplanırlar masal anlatırlar, türkü söylerler, halay çekerler. Yaz mevsiminin nasıl geçtiği anlaşılmaz bu topraklarda. Bir sonraki yaz mevsimi iple çekilir. İşte bu yaylada kaldıkları zamanların birinde! Daha fazla yalnız kalma imkanı bulurlar. Ve bir gün, Ömer Bedir'e duygularını açar. Ne söyleyeceğini tam anlatamaz ama; Bedir'de heyecandan anlayacak durumda değildir zaten. Sözlerden çok bakışlar konuşur sade. Karşılıklı olarak aşklarını ilan ederler. Sonra, gizli gizli buluşmaya başlarlar. Sözde gizlice buluşurlar ama, gören görür bilen bilir onların aşklarını. Ve kısa zamanda herkes tarafından konuşulur olur Ömer ile Bedir'in aşkları. Ama kimse yadırgamaz bunu. Herkes yakıştırıverir birbirlerine ve evlenmelerini isterler.  Ömer Allah'ın emriyle istetecektir Bedir'i. Dünürcüler belirlenir. Bedir ailesinden geleneklere uygun bir şekilde istenir. Kızın ailesinin kararı olumsuzdur. Özellikle Bedirin annesi Gürcü hatun, Ömer'in fakirliğini bahane ederek bu evliliğe karşı çıkar.Araya girenler ne kadar ısrar etselerde kara dediğine ak demez gürcü hatun.Aşıkların evlenmesine mani olur.

Bir süre sonrada Bedir'i Şevki adında yaşlı ve zengin birine verirler.Düğün günü Ömer'le çok yakın bir arkadaşı yaylaya çıkarlar. Ve gelin alayını çok üzgün bir şekilde orada seyrederler.Ömer çok içlenir ve ağlayarak türkü söylemeye başlar. Bedir'in yaşlı kocası evlendikten bir süre sonra ölür.

Ömer henüz evlenmediği için ahali tekrar araya girip,bunları evlendirmek isterler ama, Bedriye Ömer'i çok sevdiğini fakat, evlenirse dedikoduların çıkabileceğini söyleyerek, aşkını kalbine gömer ve teklifi kabul etmez. İki kere kaybettiği aşkı için Ömer'in yaktığı türkü dilden dile söylenir oldu.

BEDİR

Uğrunu uğrunu gelir dereden
Benlerini sayamadım kareden
Sevdiğimi bana yazsın yaradan
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.

Şu dereden cıvıl cıvıl kuş gelir
Armağanlar dolu gider boş gelir
Sevda bilmeyene hayal düş gelir
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.

Boğazımda lira Alnımda altın
Bedir'i vermiyor şu Gürcü hatun
Param çok değil alayım satın
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.

Kırık boğazında ardından yettim
Kız yandığın yere kadar bende gittim
Bedir'i yaylaya emanet ettim
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor

Not: kaynak belli değil


Ayşegül Göktepe (Radyo Program Yapımcısı)












Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar 


Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır.  Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep'i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp aşırı köyüne götürür. 

Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışırmış. 

Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür. 

Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hala türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır. 

Zeynep hasretini giderir, giderir ama artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur. 

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim

Babamın bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim 


Kaynak:
Türk Halk Müziği ve Oyunları
Sayfa 164
Cilt1 Sayı4 Yıl1 - 1982

 

Yozgat Sürmelisi


Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının, yeşillik, etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır, hayatlarını bu yoldan sağlarlardı. 

Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.

O sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ayyüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey, ailesini salarak, babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.

Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beş çamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediğ, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri.



SÜRMELİ KIZIN ÖYKÜSÜ

Sürmeli Yozgat'ta yaşanmış Türk Halk Edebiyatının en güzel örneklerinden birisidir. Yozgat Sürmelilerinin ortaya çıkışı 19. yy. sonlarında İkinci Cihan Harbinin sona erdiği dönemdir. Hepsi 96 beyittir. 

Sürmeli güzel gözlü sevgiliye bir hitaptır. Eskiden genç kızlar dışarıya çıkarken gözlerine sürme çekerlerdi ve gözleri daha alımlı olurdu. Bol feracelerinin içinde sadece gözleri görünürdü kızların. 

Yozgat Sürmelileri yaşanmış öykülerin getirdiği birer sevda, hatta karasevda türküleridir. Bu bir anlık sürmeli gözlere bakış, yüreklerde büyük aşklara kara sevdalara başlanmış olur kor düşen yürekler sessiz sessiz yanar, ateşini genişletir ve ağızlardan sürmelinin sözleri olarak dökülür. Söylenen sözlerde acı vardır, hasret vardır, gurbet vardır. Sürmelileri dinlerken bu kadar duygulanmamızın sebebi bu sürmeli öykülerinde yakaladığımız duyguların kendimizde de bir yeri, bir acısının olmasındandır. Kısaca kendi aşklarımızı, hasretimizi buluruz Yozgat Sürmelilerinde.

Sürmeli Beyin en tanınmış türküsü ;

Of ooof !
Yozgat seni delik delik anam delerim
Kalbur olur toprağını anam elerim 
Vay vay anam sürmelim

Eğer sürmelini yitirirsen anam 
Koyun olur peşin sıra melerim
Vay vay anam sürmelim

Of oof ! Çamlığın ardında bir yuva yaptım
Yuvamın içinde sürü otlattım 
Ben sürmelimi gurbete attım
Vay vay anam sürmelim

Yozgat türkülerinde hasret, sevda ve hepsinden daha çok yayla ve yayla ile ilgili konular işlenmiştir. Yozgat’ı en iyi anlatan “Türkü Yozgat Sürmelisi”dir. Sürmeli Türküsünden bir dörtlük şöyledir.

Dersini almış da ediyor ezber
Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler
Bu dert beni iflah etmez del eyler
Benim dert çekmeye dermanım mı var

 

 

 

 

ip-numaram.com IP adresi

Hurriyet.www.gazetealemi.com Zaman www.gazetealemi.com Radikal www.gazetealemi.com Milliyet www.gazetealemi.com Bugun www.gazetealemi.com Turkiye www.gazetealemi.com Vatan www.gazetealemi.com Sabah www.gazetealemi.com Yeni Safak www.gazetealemi.com

Bu alan0131 g�t� i� flash player y�niz gerekmektedir.

src="http://www.sinemalar.com/script/widget.js">

.: Gazeteler :.

Hürriyet Sabah Milliyet
Star Cumhuriyet Radikal
Yeni Şafak Türkiye Gözcü
Akşam Zaman Posta
Sitene Ekle

> googlesiteekle.Com dantel örnekleri Komşu siteler!

Bugün 4 ziyaretçi (6 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol